İlişkiler ve Sağlıklı İletişim
Kadın ve erkeğin davranış kalıpları konusunda beynin farklı çalışma sistemine dikkat çeken Prof. Dr. Sinan Canan, sağlıklı iletişimin yollarını ilişkiler üzerinden değerlendiriyor ve insanın neden yalnız kalamayacağının açıklamasını yapıyor.
İlişkilerdeki cinsiyet rolünün evrimi konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu değişimin toplum üzerindeki etkileri neler?
İnsan biyolojik olduğu kadar aynı zamanda kültürel bir varlık. Dolayısıyla biz biyolojimizden gelen özelliklerimizin üzerine yüz binlerce yıllık yaşanmışlıklarımızı, özellikle son on bin yıldır biriktirdiğimiz kültürle beraber birçok yeni bileşen de ilave ediyoruz. Biraz deneme yanılma yöntemi ile, çoğu zaman yanılarak; ilişkilerimiz, toplumsal yapılarımız, kurallarımız, kanunlarımız konusunda görüşler geliştirmeye çalışıyoruz. Cinsiyet rolleri de bunun çok önemli bir parçası. Özellikle son birkaç yüzyılda çok hızlı değişimler geçiren ve belki de son otuz yılda en fazla değişim gören alanlardan bir tanesi. Burada kültürel evrimden bile bahsetmek çok mümkün değil, çünkü evrim dediğimiz süreç, uzun zaman sürelerine yayılan ve tedrici bir değişimi temsil ediyor ama burada daha çok dönemin akım ve modalarına göre insanların politik bir pozisyon alarak genelde tercih ettikleri bakış açıları söz konusu. Dolayısıyla günümüzde, neredeyse on yılda bir değişen ve daha önce hiç aklımıza gelmeyen konuları gündemimize sokan bu cinsiyet rolleri meselesi, evrimden ziyade biraz toplumsal dalgalanmalarla ve hem ekonomik hem sosyal hem de politik ilişkilerle ilgili bir durum gibi gözüküyor. Benim bu konudaki genel tavsiyem ve iddiam, eğer işin milyonlarca yıldır değişmeyen biyolojik kısmını anlayabilirsek ayağımızı sağlam bir zemine basabileceğimiz ve bu tip tartışmalara daha nesnel karşıtlıklar üretebileceğimiz hususunda; fakat maalesef güncel tartışmaların heyecanı bizi genellikle böyle akıllı ve mantıklı, aklıselim noktada tartışmaktan uzak tutabiliyor. Umarım konuya biraz daha soğukkanlı bakarak en azından en temel biyolojik perspektifi biraz daha iyi anlar hale gelebiliriz. Yoksa bu sorunlar, hayatımızın en çözümsüz sorunları olarak kalmaya devam edip bir hayli nefes tüketmemize neden olmaya devam edecekler.
Kadın ve erkek arasındaki iletişim farklılıklarını anlamak için yapılan araştırmalarda gördüğünüz en dikkat çekici sonuç nedir?
Kadın ve erkek iletişimi veya kadın ve erkeğin hayattaki davranış kalıpları konusunda tabii ki benim en çok ilgimi çeken; beynin çalışma sistemleri arasındaki farklılıkları belgeleyen çalışmalar. Beynin genel yapısı ve anatomik özellikleri, kadın ve erkek arasında çok fark etmemekle beraber, işlevlerdeki ufak farklılıklar sonuçta davranış kalıplarında çok önemli farklılıklara sebep olabiliyor. Mesela bunlardan bir tanesi, kadın beyninin son derece detaylı ve analizci bir yapıya sahip olması, bütünü görmeye daha meyilli olması; erkek beyninin ise daha kestirme çözüm ve cevaplarla ilgilenmesi ve kestirme düşünce yol haklarını daha fazla kullanması. Bu da çıplak gözle bakında göremeyeceğiniz ama beyin bağlantı sağlığını inceleyen yöntemlerle görebildiğimiz, beyin yarım küreleri arasındaki bağlantı yoğunluğuyla ilgili bir mesela gibi gözüküyor. Kadın beyninin sağ ve sol tarafı birbirine daha sıkı bağlı olarak gelişirken erkek beyninde sağ ve sol taraflar kendi içerisinde çok yoğun bağlantıya sahipler. Bu, küçük bir fark gibi gözüküyor ama hayatımızda gördüğümüz bütün temel stereotipi kadın ve erkek farklılıkları bu tip işlevsel farklılıklardan çıkıyor gibi gözüküyor. Elbette bunlar istatistiksel farklar. Her kadında ve her erkekte aynı şekilde görmüyoruz ama genele vurunca, bu davranış kalıpları sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bunları temel düzeyde bilmek ve gençlerimize özellikle bunun eğitimini vermek, bu iletişim sorunlarının en aza indirilmesi konusunda önemli bir çaba olabilir. Bakalım bunları günlük hayatımızda ne zaman rahatlıkla anlatabilir, tartışabilir veya eğitimini verebilir hale geleceğiz, ben de çok merak ediyorum.
İlişkilerdeki iletişim zorlukları cinsiyetlere özgü müdür?
Cinsiyetlerden bahsettiğimiz zaman sadece iletişim zorlukları değil, her türlü konu cinsiyetlere ve cinsiyet rollerine biraz özgü ve ona bağlı; ama biz sadece cinsiyetler arası değil, aynı cinsiyet, farklı yaş grupları, farklı meslek grupları içerisinde iletişim sorunları yaşıyoruz. Bu sorunların önemli bir kısmı karşı tarafın zihinsel işleyişine dair varsayımlarımızdan kaynaklanıyor. Karşımızdaki kişiyi daha iyi anlamak yerine kendi zihinsel kalıplarımızda şekillendirdiğimiz bir personaya bir şeyler anlatmaya çalışıyoruz. Bu da genellikle işimizi çok zorlaştıran iletişim kazalarına sebep oluyor. Bunu destekleyen en önemli bulgulardan bir tanesi; haklarında en fazla yanıldığımız insanların, bize en yakın olan ailemizden ve yakın çevremizden olduğu, çünkü bu insanlarla ilgili varsayımlarımız ve ön kabullerimiz çok fazla. O insanların gerçekten o anlık deneyimlerini ve duygularını dinlemek ya da anlamaya çalışmak yerine, zihnimizdeki imajlarıyla konuşuyoruz. Dolayısıyla kadın ve erkekler arasındaki iletişim sorunlarında aslında en kestirme çözümlerden bir tanesi; kadının erkeği, erkeğin de kadını temel düzeyde farklarıyla fark ederek, temel düzeyde anlamaya çalışarak ve tabii hemen arkasından nevi şahsına münhasır özelliklerine özellikle dikkat ederek iletişimi biraz iyileştirmeye çalışmaları olabilir. İletişim bir sanat, zor bir süreç. Ezbere yapılması pek de kolay olmayan bir şey. Konu milyonlarca yıldır iş bölümü anlamında iki farklı dalda evrimleşmiş kadın ve erkek olunca, çetrefilli hale gelebiliyor.
Aileler, bireylerin çoğunlukla ilk ilişkileri olur. Burada öğrenilen sevgi, çatışma veya kaygı; kişinin özel hayatındaki ilişkilerine ne şekilde yansıyabilir? Peki kişi, ailesi ile olan iletişimi yıpranmış olsa bile, huzur içinde olabilir mi?
Ailemizden gördüğümüz ilişki kalıpları sadece bizim ilk ilişkilerimiz değil, tabiri yerindeyse beynimizi temelden şekillendiren en önemli deneyimlerimizi oluşturuyor, çünkü biz dünyaya geldiğimizde, neredeyse dünyaya dair sıfır deneyimle doğan bir bebek olarak, bütün ilk iletişim kalıplarını ve davranış örüntülerini anne babamızdan ve yakın çevremizdeki insanlardan alırız. Buralarda meydana gelen olumsuzluklar ve eksiklikler, yine maalesef ki hayatımızın büyük bir çoğunluğunda bizi etkileyebilecek davranış, düşünce ve duygu örüntülerine dönüşebiliyor; fakat bunlar kaderimiz değil. Bunlar, fark edildiği zaman çok basit hamlelerle, ufak düşünce değişiklikleriyle ve biraz davranış kontrolüyle çok rahat değiştirilebiliyor. Eğer etkilenme çok derindeyse, yani adına travma dediğimiz, davranışları bozucu ve baş edilemeyen duygusal deneyimler şeklindeyse bu durumlarda elbette uzman yardımı olmadan bunları değiştirmek zor. Hiçbirimiz ideal aile yapılarında büyümediğimiz için bu yaşadığımız ufak tefek olumsuzluklar, biz fark ettiğimizde bizim gelişimimiz için çok önemli basamaklar da oluşturuyorlar. Yoksa her şeyin ideal olduğu bir dünyada insan gelişiminden bahsetmek çok da söz konusu olmazdı. Bu olumsuzlukları, gelişim sürecimizin doğal ve gerekli bir parçası olarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.
İlişkilerdeki alma verme dengesinin önemi nedir?
Her şeyde olduğu gibi tabii ki ilişkilerde de alma ve verme dengesi çok önemli. Biz sıklıkla erken yaşam dönemlerimizde; örneğin, sevilme eksikliği nedeniyle daha çok sevilebileceğini düşündüğü için çok fazla verici olan, kendi ihtiyaçlarını geri plana atıp karşı taraftakinin ihtiyaçlarını önceleyen bir karakter yapısında olabiliyoruz. Bu, uzun vadede bizi mutlu eden bir sürece dönüşmüyor, çünkü burada önemli olan, kişinin önce kendi beden, duygu ve ruh dünyasını derli toplu tutması, oraya hizmet edecek görevlerini yapabilmesi, ardından bir başka insana ona ihtiyacı olanı vermeye çalışmasıyla daha organik ve daha doğal bir sürece doğru yürüyebilir. Ben bunu uçaklarda gaz maskesini kişinin önce kendisine, sonra çocuğuna takması uyarısına benzetiyorum. Gerçekten de kendimizi önceleyemezsek, kendimizi birinci plana koyamazsak, kendisine bir şeyler vermek ve katkı yapmak istediğimiz insanlara da yeterli performansta ulaşamayabiliyoruz. Dolayısıyla bu alma verme dengesini, böyle bir öncelik sıralamasıyla düşünüp herkesin hayrına olacak şekilde değerlendirmekte fayda var.
Yalnızlık insanlar için neden genellikle zordur ve kişiyi hayatının sonuna daha yakınmış gibi hissettirir?
Birkaç yıl önce kaleme alıp yayımladığım “İnsanın Fabrika Ayarları” kitabımda, insan hayatının daha verimli ve sağlıklı bir şekilde yaşanabilmesi için nöro evrimsel bakış açısından çıkarttığım beş önemli maddeyi paylaşmıştım. Onlardan üçüncü madde “insanın gerçek ilişkilere olan ihtiyacı” ile alakalıydı. Bizler evrimsel olarak, tek başına bireysel anlamda hayatta kalabilen canlılar değiliz. Vücudumuz çok zayıf ve çıplak. Bu yüzden, bizim gibi, akıllı, zeki ve iş birliği yapabileceğimiz diğer bireylere ihtiyacımız son derece yaşamsal. Bu nedenle sistem milyonlarca yıldır öyle ince ayarlanmış ki biz etrafımızda güvenebileceğimiz, yardımlarını alabileceğimiz ve sıkıştığımızda başvurabileceğimiz kişileri bulamayacağımız zorunlu bir yalnızlık durumunda uzun süre zaman geçirdiğimiz vakit; vücudumuz, beynimiz, zihnimiz ve duygularımız buna çok olumsuz tepki veriyor. Gerçekten de fiziksel olarak hastalanıp ömrümüzü kısaltan süreçlere girebiliyoruz. Bu nedenle; evrimsel ayarlarımızın en önemlilerinden bir tanesi, sosyal bir canlı olmak. Maalesef, iletişim teknolojilerinin bu kadar geliştiği günümüz dünyasında biz sadece birbirimizden haberdar olmayı iletişim zannetmeye başladık. O yüzden dünyada çok fazla yalnızlıkla ilgili sorunların ortaya çıkmasına da şaşırmamak lazım. Biyolojik ayarlarımızı ve ihtiyaçlarımızı genellikle çok ihmal ettiğimiz için bu ayarların gerektirdiği şeyleri yapamamanın getirdiği faturalar bizim için çok ağır oluyor. Yani insan tek başına hayatta kalmak için yapılmış bir canlı değil. Muhakkak; az sayıda, gerçek kişilerle, duygusal iletişimin olduğu bir ilişki kurmak zorunluluğu var.