Issız Adamlar ve Hissiz Madamlar
Çevremde aşk meselesinde ne kadar “mutlu olamadım” ya da “galiba zaman geçiyor, geçti ve bana haksızlık etti “,diyen genç kadın varsa, ne kadar doğru ilişkiye rastlayamadım duygusunda akmak yerine dövünen arkadaşım varsa, “Issız adam” filmini tutturdular bana… Siyah göz kalemi akan ya da ağlayıp çıkan arkadaşım, ya da filmdeki erkek karakteri kendi hayatındaki armuta benzeten bir diğer arkadaşım gibi bir dolu güzel genç kadın… Bir yandan romantik çabaları devam eden arkadaşlarım da filmi tutturunca, kim bilir ne nevrotik bir ilişkidir filmde anlatılan diye gittim… Duygusal Türk filmi becerisi konusunda önyargılı olabilirdim belki, ama fena haklı çıktım kendime… Issız adamın seyircileri çoğunlukla yalnız ya da diğer kız arkadaşlarıyla gelen kadınlardı her yaştan. Yanında erkek arkadaşıyla gelen ve büyük olasılıkla “bak böyle olma” demek istedikleri ve yine büyük olasılıkla filmden sıfır etkilenme ihtimalli kimi erkeklerle gelenler de vardı. Günlük hayatlarında da hem aşka kıymet vermediği için şikayet ettikleri, hem de altına yatmak için tutuştukları bir erkek profili üzerine kurulu filmi seyreden bir çok kadının nevrozlarını besleyebilecek şahane bir film ortaya çıkmıştı ayrıca, diğer bir kısım kadınsa diyelim böyle hıyarlara yol verdiler, onlar da “ah nasıl güzel olabilirdi? Aslında” diyerek yaralarını deşip, ağlamışlardır sonunda diğerleriyle beraber… Nitekim toplum olarak çocukluğumdan bilirim, bir filmin ne kadar iyi olduğunu neredeyse “ne kadar ağladığımızla ölçen” bir alışkanlığa ve bundan zevk alan bir toplu histeriye sahip olduğumuzdan Çağan Irmak’ın filminin iyi olduğunu yine filmin sonunda “ben de şu kadar ağladım, ben orada da ağladım “konuşmalarından anlıyoruz… Hatta filmin acıklı dozunu artırmak için her yere yerleştirilen, eski şarkıları filmden sonra dinleyip kendini üzmekten mutlu olan nevrotikler şimdi her yerde ayrı konu… Bir yandan filmin bu formülü “eski olan her zaman acıtacağından, ve nostalji duygusunu sömürmek çok kolay olduğundan Çağan Irmak’la ilgili bir dehayı ortaya koymuyor… Filmde çizilen erkek profili, eğer ben psikoloji alanında dört yıl çalışmış biri olarak biraz tespitte bulunabileceksem, kesinlikle bizde olma ihtimali olmayan bir erkek profili… Diyelim kızı yatağa atana kadar her avcı erkek romantik ve ilgili olsa da, o noktadan sonra bu romantizm filmde izlediğimiz Alper gibi devam etmez bir kere. Daha filmin başındaki tanışma hikayesi de olsa olsa bir Fransız filminde ve Fransız hayalinde olabilir. Bizde hiçbir zaman bir erkek 2.el kitap dükkanında tanıştığı kızın arkasından koşup, çeşitli numaralarla karşısına çıkmaz, bu tamamen Türk dışı… Ya arkadaşlar tanıştırır, ya tek gecelik ilişki olacaksa diskoda, barda tanışılır, ya da evinin kadını, hayatının kadını bir aile süsü olacaksa aile tarafından veya arkadaşlar tarafından tanışılır… Daha güncelinden internette bile olsa bu tanışma, yine de filmdeki gibi değildir bir kere… Gerçekten tavlayana kadar filmdeki Ada’ya yapılan numaraları, diyelim yapsa bizim profil, filmdeki eski plaklar dinleyen romantik erkek öyle uzun süre devam etmez öyle şarkılara… Elbette güzel müzikten anlayan, eski şarkıları seven erkekler de vardır ama özellikle sadece bu kadar romantik şarkılara takılıyorlarsa büyük olasılıkla bizde Sezen Aksu ve Ajda’dan ibaret, genel olarak Madonna ve ABBA seven bir eşcinsel ya da bastırılmış eşcinseldir ki bu yüzden hayatına kimseyi dahil edemiyor da olabilir. Yönetmenin çizdiği erkek profilinin yeterince yürekli anlatılamadığını, eksik gedik ve anlaşılmaz haller olduğunu aklı başında herkes anlayabilir… Nitekim psikanalitik bir okuma yapılırsa yönetmenin cesaret edemeyeceği kadar bilinçaltı cesaret ediyor ve kumsal sekansında, Alper’in aile kurmuş hayatlara özenen karakterinin sarıldığı kocaman saz kamışıyla durum gayet iyi gözler önüne seriliyor… Gelelim film boyunca en az üç dört kez duşunu alırken izlediğimiz karakterin üzerine kurulan fetişin, kimi çantasında vibratör taşımakla ünlü kadın yazarların röportajlarında ve yazılarında kabarmış iştahlarla desteklenmesine… Bu ayrıca Çağan Irmak’ın bu kadınların zevkini iyi bilen bir yönetmen oluşunun başarısı… Filmin bir yerinde, tişört almak isteyen karakterin, satıcının gösterdiği tişörtle “ibne şarkıcı gibi” diye alay etmesindeki homofobi ne güzel fikir veriyor aslında filmde eksik kalan noktalara… Yönetmenin buradaki mesajı neye hizmet o ayrı ya da cesaret edemediği neler var acaba?
Filmde daha önceki Babam ve Oğlum’da olduğu gibi harika oyunculuklarıyla filme lezzet katan oyuncuların bu kez olmayışını telafi yöntemleri kabus gibi… Ne hikmetse doğal olmak küfür etmekmiş gibi filmin özellikle başlarında olur olmaz yerlerdeki küfürlerin de içtenlikten yoksun olduğunu görmek kolay..Ayrıca, filmdeki karakterin restoranı güzel iş yaparken, çevresinde istediği kadını tavlarken,şahane bir evi,evinin temizliğini yapan bir kadın varken, mutsuzluğa düşmesi pek Türk erkeği hali de değildir..Buna daha çok “Babam ve Oğlum” filminin başlığına rakip olarak “denk olan” iki erkelik bölgesinin ismi verilebilir…”Toplumun dayattığı aile kurmak mutluluğu kurmaktır,Yalnızlık Allah’a mahsustur” önyargısına herkes uymak zorunda mıdır? Ayrı bir kakalama. Evlenmiş olmak için evlenen ve hatta aşkını bile evlenip kabusa çeviren ilişki hiç mi yok? Çevremizde. Filmdeki adamın başlarda bir erkek ve kadınla ilişkiye girmesinin dışında cesaret edilip anlatılmış bir tahlili yok film boyunca, birçok iyi niyetli kadın da üzülüyor filmin sonundaki aşk acısına. Filmde özellikle kız arkadaşıyla kahvaltı ettiği sahneden sonra gittikçe doğallaşan Ada sevilesi bir güzelliğe bürünüyor o kadar… Ona da yazık oluyor hikayede… Film boyunca hıyar bir karakteri, kimi zaman sevimli ve çocuksu halleriyle sevdirme çabası çıkıyor karşımıza, bir de dolma saran koruyucu anne ve erkek çocuk bağımlılığı yarı bir patoloji, sevimli buluyor yine herkes. Filmin sonunda yönetmenin yaptığı mendil seferberliği, herkesin içinde ukde kalanlara ait bir didikleme. Eskiden aşık olduğumuz birinin şimdi uzaklarda olması, inandığımız aşkın hiç olamaması, sevilen kadının çoluk çocuğa karışması gibi sevdayı kanatıyor sadece… Ağlatıyor herkesi ve dahası ağladıkça ne kadar seviyoruz yönetmeni, artık ustalaştı diyenler var, “Babam ve Oğlum’da çok ağlamıştık, bunda da ağladık, ne güzel oldu”… Nevrozlarımızı besleyen, bu güzel filmlere devam ederek hatta keselim kendimizi… İşin kötüsü hakikaten romantik yaklaşan bir erkeği, dişinin çoğunlukla yeterince erkek bulmadığı bir toplumdayız ayrıca, Issız adamlar ve hissiz madamlarla…
Cenk Erdem