© Copyright 2018 Mag Medya
Başa Dön

Esin Aydıngöz Duyguları Nota Nota İşliyor

Esin Aydıngöz Duyguları Nota Nota İşliyor

Türkiye’den çıkıp Hollywood’da dikkat çeken besteci, aranjör ve orkestra şefi Esin Aydıngöz, film ve dizi müziğinde yeni kuşağın güçlü isimlerinden biri olarak yükselmeye devam ediyor. Elif Zorlu Tapan, Grammy adayı Aydıngöz’le yaratım sürecini ve müziğe olan tutkusunu MAG Okurları için konuşuyor.

 

 

Türkiye’de büyüdünüz ABD’de eğitim aldınız. Sizi bu yola, müziğe iten ilk kıvılcım neydi?

Müziği mesleğe dönüştürme yoluna iten ilk kıvılcım on üç yaşımda beste yapabildiğimi fark etmem ve sonrasında on altı yaşımda Berklee College of Music’te gittiğim beş haftalık bir yaz okuluydu. Müziğe kendimi bildim bileli aşıktım. İlkokulda ve ortaokulda hep sahnedeydim. Kimi zaman piyano çalarak, kimi zaman okul orkestrasında kemancı olarak – ve bu ikisi yetmezmiş gibi koro, müzikli oyun, ve dans kulüpleri ile de- sahnede olmaya bayılırdım! Arkadaşlarım, provalar okul sonrası olursa gelmek istemezlerdi, sadece ders kaytarmalı provaları severlerdi. Benim için ise her prova o haftanın ya da ayın en mutlu saatiydi; ama ne yazık ki daha ciddi olarak yürütmem gereken piyano derslerim için bu kadar tutkulu değildim. Sonuç olarak beni müziğe iten kıvılcımlar sahne tozu ve beste yaparken hissettiğim özgürlük duygusuydu galiba!

 

Öğrencilikten profesyonel dünyaya adım atarken içinizden neler geçiyordu? Korkular, hayaller, belirsizlikler… Siz yolunuzu nasıl çizdiniz?

Hayallerim o kadar büyüktü ki, sanki beni korkulardan koruyordu. Hani bazen video oyunu oynarken bir iksir içersiniz, bir özellik gelir ve düşmanlar size zarar veremez ya, ona benziyor biraz. Profesyonel dünyadaki ilk adımlarım yaptığım stajlardı – dokuz staj yaptım. Kimisi inanılmazdı, çünkü çok çılgın stüdyolarda, çok çılgın kişiler ile aynı ortamdaydım ve oralarda bulunmak bile birkaç yıl önceki Esin’in hayal gücünün ötesindeydi; kimisi ise son derece boş ve ayak işi bazlıydı ne yazık ki. Sonuç olarak korkmadım, ama hayal kırıklığına uğradığım çok oldu.

 

Yolumu, bana müziğin içinde mutluluk veren her şeye yer vererek çizdim: Aynı anda hem staj ve asistanlık yapıp benden daha ileride olan bestecilerden bir şeyler öğrenmeye çalışıyordum hem elime geçen her türlü kısa film, tiyatro, reklam vb. projeye müzik yazıyordum, küçük çocuklara piyano dersi veriyordum, tiyatrolarda müzik direktörlüğü yapıyordum, arkadaşlarımın filmleri için audio piyano kaydı yapıyordum, fırsatlar çıktıkça setlerde film çekimlerinde piyanistlik yapıyordum, başka bestecilerin eserlerini notaya geçiriyordum vs. Bunların hepsi arasında koşuştururken müzik endüstrisinin hayal kırıklığı yaratan noktalarına üzülecek vaktim kalmıyordu. Bir proje ya da bir iş ilişkisi istediğim gibi gitmese bile, o sırada iyi gitmekte olan diğer sekizi beni ayakta tutuyordu!

 

Belirsizlikler konusunda sabırlı olmayı ise hâlâ öğrenemedim – şimdiki çare gene onları unutturacak kadar yoğun olmakta, ama bu sağlıklı bir çözüm değil tabii!

 

Wednesday’deki “Paint It Black” düzenlemeniz Grammy adayı oldu. Adaylıktan sonra müziğe aynı gözle bakabildiniz mi? Yoksa bakış açınız değişti mi?

Müziğe aynı gözle bakabildim ama kariyerime aynı gözle bakamadım. Zirve gibi görünen bir şey (ne mutlu ki!) bu kadar erken olunca “ya ileride bu kadar başarılı olamazsam” kaygısı geldi biraz, çünkü insan bir kere o güzelliği tattı mı, devamı da gelsin istiyor. Bu bahsettiğim güzellik adaylığın ötesinde. Her sanatçı ister ki eserleri sevilsin, bilinsin, birçok kişiye hitap etsin; ama günümüzde o kadar çok üretim var ki, aradan sıyrılmak gerçekten çok zor. Ben kendimi geliştirmeye ve her zamanki gibi çok çalışmaya devam etsem de ileriki projelerimin bu kadar ses getireceğinin, takip edileceğinin, sevileceğinin hiçbir garantisi yok. O yüzden anın tadını çıkarmaya çalıştığım, çoğu alan gibi müzik endüstrisinin de ne kadar politik olduğunu gözlemlediğim ve bana beklentilerimin dışında yeni kapılar açan bir süreç oldu! Bir anda kendimi “motivational speaker” olma teklifleri alırken buldum ve müziğime ek olarak, yolculuğumun da insanlara ilham olduğunu fark ettim. Bu büyük bir onur ve aynı zamanda büyük bir sorumluluk. Artık sırf kendim için değil, hem kendim hem de beni rol model olarak görme ihtimali olan ve umut olabileceğim diğer herkes için çalışıyorum!

 

Wednesday’in ikinci sezonunda da varsınız. Bir yönetmenin senaryosunu müzikal aksiyona nasıl çeviriyorsunuz?

Yönetmenin dünyasını anlayıp kendimi yalnızca o dünyanın sınırları içinde özgür bırakarak! Buna artık o kadar çok alıştım ki ortada bir film yokken beste yapmak istediğimde bile yaratıcı sürecime bir film gibi davranmam gerekiyor. Ya kafamın içinde yeni bir hikâye yazıyorum, ya benim için önemli olan bir anıya kanalize oluyorum, ya da beni görsel olarak esinlendirecek bir fotoğraf, resim, video buluyorum, çünkü ancak bunu yaptığımda yaratıcı olarak gidebileceğim yolların sonsuzluğunda boğulmak yerine direkt üretime geçebiliyorum!

 

Besteci, orkestra şefi, aranjör, piyanist gibi birçok farklı roller üstleniyorsunuz. Hangisi size daha çok şey öğretti?

Sanırım orkestra şefliği, çünkü onun içinde hem müzik, hem liderlik var. Film, dizi vs. projelere müzik yaptığınızda lideriniz yönetmenler, yapımcılar vs. oluyor. Prodüksiyonda ortaya çıkan ve sizi ilgilendirmeyen sorunları başkaları çözüyor. Sizin çoğu zaman haberiniz bile olmuyor. Orkestra şefi olduğunuzda ise ne sorun çıkarsa çıksın, şartlar sizin için ideal olmasa bile çıkıp çatır çatır yönetmeniz gerekiyor. Benim ilk profesyonel orkestra şefliği projem Disney ve Pixar ortak yapımı olan Coco filminin müziklerini filme senkronize olarak yönettiğim kırk sekiz konserlik bir Kuzey Amerika turnesiydi. Hayallerimin her köşesinde Disney ile hayat boyu sürecek olan bir beraberlik olduğu için hem bu fırsata inanılmaz sevindim hem de “ya yeterince iyi değilsem” diye çok korktum; ama korku bazen iyidir! O kadar çok hazırlık yaptım ki, hiçbir konserde gerilmedim; ilk konserimizde bile! Bu beni çok şaşırttı. Teknolojik olarak her şeyin ters gittiği ve son derece dezavantajlı şartlarda konser vermek zorunda kaldığımız birkaç performans da oldu. Bazen konserin ortasında arkamda üç bin kişi izlerken acil çözüm üretmem gerekti; ama saçma bir şekilde o problemin geldiğini fark ettiğim anda bile gülümsedim, korkmadım ve “Hadi bakalım buna rağmen nasıl harika bir performans yapılır, gösterelim herkese!” gibi saçma bir güven ve heyecan ile orda olmanın keyfini çıkarmaya devam ettim, çünkü orkestra şefliği benim planlarımda yoktu. Hayal kurmaya dahi cesaret edemeyeceğim kadar uzak bir hayaldi; ama sonuç olarak beni buldu ve bana kendime güvenmeyi ve anı yaşamayı öğretti!

 

La La Land ve Aslan Kral gibi film konserlerinde orkestranın görselle birebir senkronize olması gerekiyor. Harbiye Açık Hava’daki Aslan Kral konserinizi izlediğimde çok etkilendim. Böyle senkronize performansların perde arkasında neler oluyor, bize biraz o süreci anlatır mısınız?

Şef bir iki ay boyunca çok yoğun bir şekilde filmin müziklerine çalışıyor, filmin şefe özel hazırlanan özel bir videosu ve orkestrada yer alan bütün enstrüman partisyonlarının yazıldığı ve “score” dediğimiz devasa notalar eşliğinde. Ben bir de müziği sırf aklımla değil, bedenimle de öğrenmek için “Hayali Salon Orkestrası” adını verdiğim, var olmayan orkestramla bir sürü tam performans yapıyorum! Masadaki bir kalem obua oluyor, perdedeki bir kırışık trombon, yerdeki bir ayakkabı keman, kapı timpani vs. Etrafımda, evimde, otelimde sağda solda ne varsa! Bu hayali orkestrada hiçbir ayrımcılık yok. Bu bir iki aylık çalışmalarım sonucunda film, filmin müzikleri ve ben neredeyse bir bütün oluyoruz. Sonra sadece bir tek gün orkestra ile bir araya geliyoruz ve prova yapıyoruz, ertesi gün ise konser oluyor! Konser günü de normalde full akis prova almamız gerekiyor ama bazen teknik sebeplerden dolayı bu mümkün olamıyor. O noktada da şef ve kahraman orkestra bir şekilde birikimleriyle, müzikaliteleriyle, konser sırasında herkesin gösterdiği ekstra konsantrasyon ve seyirciden aldıkları enerji ile kurtarıyor konseri. Muazzam! Bu yüzden de konserler hayal mi gerçek mi tartışılır, çünkü o uzun hazırlık sürecinden sonra asıl olay otuz iki ila kırk saat içinde başlıyor ve bitiyor.

 

Hayalinizdeki proje nedir? Hangi yönetmen için müzik yapmak istersiniz? Neden?

Hayalimde insanlar için “core memory” olacak ve onların hayatında önemli bir iz bırakacak projelerde yer almak var. Bu bir dizi olabilir, bir Broadway müzikali olabilir, bir havai fişek gösterisinde gökyüzünün unutulmaz renklere boyandığı bir görsel ve işitsel şölen olabilir, medyanın henüz bilmediğimiz bir formu olabilir. Ne olduğundan çok, yazdığım müzik ve yarattığı etki önemli! Bir gün bir Disney-Pixar ortak animasyonunun müziklerini yapmak zorundayım. Kendimi bildim bileli en zirve hayal o.

 

Aklıma gelen ilk isimler J. J. Abrams, Ben Stiller, Jon M. Chu, Nancy Meyers, Lee Unkrich, Çağan Irmak, Olivia Wilde, Lin-Manuel Miranda, Pete Docter, Ferzan Özpetek, Greta Gerwig, Celine Song, Baz Luhrmann, çünkü öyle ya da böyle bana dokundular. Ya hıçkıra hıçkıra ağladım, ya bilgisayarımın başından kalkmadan kırk sekiz saat içinde altmışar dakikalık on dokuz bölüm dizi izledim, ya hayatımdaki bazı çıkmazları sorguladım, ya içinde bulunduğum sorunları bana unutturacak bir şey arayışı içindeydim ve kurdukları dünya bunu başarıp beni sakinleştirdi. Yani bir şekilde onlar bana iyi geldi ve ben de onlarla güçlerimi birleştirip başka insanlara iyi gelmek istiyorum. Sanatın bir ilaç olduğunu dünyaca öğrenmedik mi pandemide?

 

Bir bestenin gerçekten bitmiş olduğunu nasıl anlıyorsunuz? Bestelerken “Tamam, artık bitti!” dediğiniz ana nasıl karar veriyorsunuz?

Bu inanılmaz bir soru, çünkü gerçek cevabını ben de bilmiyorum, ama bilinçaltım biliyor. Lafı dolandırmadan verebileceğim en kısa cevap: Ya birkaç kere üst üste dinleyip de düzeltilebilecek bir şey bulamadığımda, ya da yumurta kapıya dayandığında ve göndermek zorunda olduğumda. Başka birisine teslim etme zorunluluğum olmadan yazdığım o kadar çok yarım yamalak eser ve şarkı var ki! Teslim zorunluluğu gerçek bir motivasyon.

 

11 Ekim’de Beşiktaş Tüpraş Stadyumu’nda “Haydi Sezen’e Gidiyoruz” senfonik konserinde neler olacak? İzleyiciyi neler bekliyor?

Sezen Aksu’nun birbirinden güzel şarkıları oyuncu ve şarkıcı kimlikleri ile tanıdığımız bir sürü farklı sanatçı tarafından senfonik aranjmanlar eşliğinde yorumlanacak. Umuyorum ki canım İstanbul seyircisi de bütün şarkıları zaten ezbere bildiği için (çünkü Sezen Aksu!) bize katılacak ve sonuç olarak konseri vereceğimiz güney tribününde sanatın sesi, sporun sesinden bile daha güçlü yankılanacak. Bir de yan yana oturan ve birbirini tanımayan en az yirmi kişinin konser sırasında Sezen Aksu’nun aşk şarkılarını söylerken birbirlerine âşık olması gibi bir hayalim var –bunu okurlarsa ve bu gerçek olursa lütfen bana yazsınlar!

 

Eşiniz İtalyan, onun müzikle ilgisi nasıl? Evde yemek konusunda bir rekabet var mı?

Onun müzik ile profesyonel anlamda hiçbir alakası yok ama ilgili bir dinleyici ve en sevdiğim test audience’ım! Onun içinde de çok net müzisyen hamuru var. Her duyduğu melodiyi doğru bir şekilde mırıldanıyor ve onu sevimli yaşlı teyzeler gibi maşallahlara boğuyorum. Aynı ülkede yaşamaya başladığımızda beraber gitmemiz için bir koro bulacağım, çok net.

 

Yemek konusunda sıfır rekabet var. İkimiz de hem Türk hem İtalyan mutfağına bayılıyoruz! Benim maalesef yemek yapmak ile yakından uzaktan hiçbir alakam yok. Fırınımı kullanmayı yeni keşfettim, yumurta kırarken hâlâ geriliyorum. Şefimiz o – hem de çok iyi bir şef- ben ise bulaşıkçıyım. Tam bir Külkedisi hikayesi! Mutfak hâlim pijamalar ile beste yapıp bulaşık yıkıyor, balo hâlim süslenip püslenip orkestra yönetiyor.

Yazar Hakkında /

2003 yılından bu yana, hedef kitlesi AB ve A+ olarak belirlenmiş bir çok baskı, web, pr, organizasyon işinde başarılı projelere imza atmış olan MAG hayatın her alanında en iyi olmayı hedefleyen, sosyo-ekonomik seviyesi yüksek, özel zevkleri olan ve hobileriyle yaşamını renklendiren, sosyal sorumluluklarının bilincinde olan, belirli kesimden kabul ettiği müşterilerine yıllardır sağlamış olduğu yüksek başarı grafiği ile doğru planlanmış bir büyüme ile sektöründeki hayatına devam etmektedir.

Yorum Bırakın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.