Londra Sanat Haftası
Londra, yüzyıllardır süregelen koleksiyonculuk ve kültürel himaye geleneğiyle sanat tarihi için son derece önemli bir şehirdir. Tarihî kurumları, koleksiyonları, Mayfair’deki galerileri ve müzayedeleri ile küresel sanat dünyasında her zaman merkezî bir konuma sahip bir şehir olmuştur.
Her ekim ayında bu miras, Londra Sanat Haftası ile yeniden canlanıyor ve şehir, uluslararası galeriler, koleksiyonerler, küratörler ve sanatçılar için bir buluşma noktasına dönüşüyor.
Bu haftanın merkezinde ise iki kardeş fuar yer alıyordu: Frieze London ve Frieze Masters. Frieze London, çağdaş sanata odaklanıyordu; sanat dünyasının en büyük isimleri, iddialı ve özenle küratörlüğü yapılmış stantlar sundu. Kişisel favorilerimden biri, Hauser & Wirth tarafından sergilenen Keith Tyson’ın The Garden of Babel (2025) adlı eseriydi. Bu soyut manzara, canlı ve girdap gibi dönen fırça darbeleriyle bulutumsu oluşumlara dönüşüyordu. Neredeyse nefes alan bir dünyaymış gibi geldi ve içine adım atmak istedim. Bir diğer favorim ise Sean Kelly Gallery tarafından sergilenen Laurent Grasso’nun Studies into the Past adlı eseriydi. Orta Çağ’dan çıkmış gibi görünen bu tablo, parıldayan bir gökyüzünün altında klasik bir şehri betimliyordu. Şehrin üzerinde havada asılı duran bir kaya, aşağıda ise ata binmiş bir şövalye ve bir aslan yer alıyordu. Mitoloji ile geleceğe dair simgeleri bir araya getiren eser, Rönesans dönemi eserlerinin görsel dili ile şekillenmişti.
Frieze Masters ise zamanı geri sararak bizi geçmişe götürdü. Bu fuarda galeriler, Rönesans’a ait sunak panolarından antik eserlere kadar geniş bir yelpaze sundu. MÖ 4. ile 1. yüzyıl arasına tarihlenen, nadir bir fil kuşu yumurtası (Aepyornis maximus) karşısında uzun süre kaldım. Yakınında, 1967 yılında Rusya’nın Magadan bölgesinde keşfedilen mükemmel küresel formdaki bir Seymchan meteoriti, bilim kurgu sahnesinden fırlamış gibiydi. Ayrıca Geç Ptolemaik Dönem’e ait bir Mısır lahit kapağı ve MÖ 4. yüzyıla tarihlenen bronzdan bir İtalik süvari zırhı da sergileniyordu. Oligosen çağından kalma, tam halde korunmuş bir kılıç dişli kedi iskeleti ile bir Triceratops’a ait fosilleşmiş devasa bir kafatası da dikkat çekiciydi. Tarih öncesi iskeletlerden Yunan miğferlerine, Mısır kalıntılarından Rönesans panellerine kadar uzanan bu çeşitlilik, yüzyıllar boyunca kurulmuş bağların hâlâ hissedilebildiğini gösteriyordu. Eski dünyalar ile günümüzün izleyicileri bir diyalogda buluşmuş gibiydi.
Elbette Frieze, hafta boyunca gerçekleşen tek fuar değildi. Berkeley Meydanı’nda konumlanan iç tasarım odaklı PAD London fuarını da ziyaret ettim. PAD London, atmosfer olarak farklı ve ferahlatıcı bir deneyim sundu. Frieze’in beyaz duvarlı tekdüze stantlarının aksine bu fuar, loş ve davetkâr iç mekânlarda düzenlenmişti. Vintage modernist parçalar ile cesur çağdaş tasarımlar bir arada sunuluyordu. Özellikle mücevher kutusunu andıran aynalı cam bir dolap ve asimetrik, zarif formuyla yer çekimine meydan okuyan heykelsi bir yer lambası dikkatimi çekti.
Fuarların dışında Londra’da gezilecek pek çok sergi vardı. Levy Gorvy Dayan galerisinde açılan Aleksandra Waliszewska’nın sergisi bu sergilerin en etkileyicilerinden biriydi. Sanatçının hayal ile gerçek arasında gidip gelen, kasvetli atmosferli ve rüya gibi figürlerle dolu resimleri, bir başkasının anılarına adım atmışım gibi hissettirdi. Her tuval, tedirgin edici bir durgunlukla işlenmiş özel bir hikâye gibiydi.
Ayrıca Wallace Koleksiyonu’nu da ziyaret ettim. Bu tarihî konak müzesi, resimler, zırhlar ve dekoratif sanat eserlerinden oluşan etkileyici bir koleksiyona sahipti. Fragonard’ın rokoko tarzındaki sahneleri, tören zırhları ve minyatür portrelerle dolu dolaplar, derinlemesine bir deneyim sundu. 18. ve 19. yüzyıllara ait işçilikteki titizlik ve gösterişli detaylar karşısında hayranlık duydum.
Londra’da her zaman görülecek bir şeyler oluyor. Sadece üç günüm olduğu için Victoria ve Albert Müzesi ile Tate Britain’a bu sefer uğrayamadım, ama bu ikisi hâlâ favorilerim arasında. Yine de bu kısa sürede gördüklerim, bu şehrin neden hâlâ dünyanın en önemli sanat merkezlerinden biri olduğunu bana bir kez daha hatırlattı. Antik kalıntılardan çağdaş sanat eserlerine kadar, Londra Sanat Haftası bana her zaman yeni bağlar kurmanın, yeni eserler keşfetmenin ve eski tarihleri yeniden ziyaret etmenin mümkün olduğunu gösterdi.
***
London Art Week
London has long been a city of immense art historical significance, with a legacy rooted in centuries of collecting and cultural stewardship. From the historic institutions and collections to the galleries and auction houses of Mayfair, its place in the global art world has always been monumental. Every October, that legacy is reinvigorated through London Art Week, when the city becomes a hub for international galleries, collectors, curators, and artists.
At the heart of this week are the twin fairs: Frieze London and Frieze Masters. Frieze London focuses on contemporary art, with major art world players presenting ambitious and tightly curated booths. One of my personal favorites was Keith Tyson’s The Garden of Babel (2025), exhibited by Hauser & Wirth. This abstract landscape was composed of vibrant, swirling brushstrokes that built into cloud like formations. It felt like a world unto itself, alive and almost breathing, and I wanted to step inside it. Another favorite was Laurent Grasso’s Studies into the Past, exhibited by Sean Kelly Gallery. The painting looked like a vision pulled from a medieval fantasy. Its luminous sky presided over a classical city, while a floating rock hovered above. Below, a lion and a knight on a horse stood among richly detailed buildings, making the work feel like a fusion of ancient allegory and futuristic symbolism, grounded in the visual language of early Renaissance painting.
Frieze Masters, by contrast, took us back in time. Here, galleries showcased everything from Renaissance altarpieces to ancient artifacts. I found myself lingering in front of a rare unhatched elephant bird egg (Aepyornis maximus), carbon dated to the mid-4th to 1st century BC, a haunting reminder of extinction and scale. Nearby, a perfectly spherical Seymchan meteorite, discovered in the Magadan District of Russia in 1967, glinted under the lights like something from science fiction. There was also a limestone sarcophagus lid from the late Ptolemaic Period in Egypt and a bronze panoply of a 4th century BC Italic cavalryman. There was also a full sabre cat skeleton from the Oligocene era, its elongated fangs and powerful frame astonishingly intact, as well as the towering fossilized skull of a young Triceratops. Seeing such a range of works in one space, from prehistoric skeletons and Greek helmets to Egyptian relics and Renaissance panel paintings, I felt a powerful sense of connection across centuries, like ancient worlds and modern eyes meeting in dialogue.
Of course, Frieze was not the only fair taking place. I also visited PAD London, the design focused fair in Berkeley Square. PAD London had a refreshing shift in atmosphere. Unlike the uniform white walled booths of Frieze, this fair unfolded in moody, inviting interiors, where vintage modernist pieces shared space with bold contemporary design. I was especially drawn to a mirrored glass cabinet that shimmered like a jewel box and a sculptural floor lamp that seemed to defy gravity with its poised, asymmetric form.
Beyond the fairs, London itself had no shortage of exhibitions. One of the highlights for me was a solo exhibition by Aleksandra Waliszewska at the Levy Gorvy Dayan gallery. Her haunting, surreal paintings, filled with dreamlike figures, shadowy landscapes, and a quiet sense of dread, felt like stepping into someone else’s memory. Each canvas was a private, personal story, rendered in eerie stillness.
I also stopped by the Wallace Collection, a historic townhouse museum with an incredible array of paintings, armor, and decorative arts. Fragonard’s rococo scenes, suits of ceremonial armor, and cabinets of miniature portraits made for a deeply layered experience. I found myself marveling at the obsessive craftsmanship and opulence of the 18th and 19th centuries.
There is, of course, always more to see in London. With only three days, I did not make it to the Victoria and Albert Museum or Tate Britain, both of which are my favorites. But in that short time, what I did see was enough to remind me why this city continues to be one of the world’s most vital centers for art. From ancient relics to contemporary pieces, London Art Week reaffirmed that there are always new connections to be made, new works to discover, and old histories to revisit.