Özden Öz Uslu İle Yaşama Sanatı
Akademisyen ve Qualis Academy Kurucu Yöneticisi Uzman Psikolog Özden Öz Uslu, Psikomedi ismini verdiği stand-up gösterileriyle öğretirken bir yandan da eğlendiriyor. Özden Öz Uslu, ilişkiler ve ilişkideki sorunlarla alakalı kendisine yönelttiğimiz soruları MAG okurları için içtenlikle yanıtladı.
Bir psikolog olarak stand-up gösterileri düzenliyorsunuz. Nedir Psikomedi ve kendinizi ifade etmek için neden bu yolu tercih ettiniz?
Uzun yıllar üniversitede farklı disiplinlere psikoloji anlattım. Artık çağ değişiyor. İnsanların, özellikle de gençlerin, uzun cümlelere ve sıkıcı teorilere tahammülü yok. Gülerek, eğlenerek öğrenmek istiyorlar. Geniş kitlelere ulaşabilmek için derslerimde anlattıklarımı daha eğlenceli şekilde aktardığım bir tür geliştirdim ve “Psikomedi” olarak adlandırdım. Kısaca psikoloji ve komedi bir arada. Güldürürken düşündürmeyi amaçlıyorum. Vahşet, şiddet haberlerinin ve hüzünlü insanların sayısının arttığını görüyoruz. Mizah, bu hüzünlü ve sıkıntılı durumdan kurtulabilmek için güçlü ve etkin bir yöntem. Ben bizi bize anlatıyorum. Öncelikle başkalarını değil, kendimizi eleştirerek yola çıkmamız gerekir. Gün boyu ne kadar saçmaladığımızı fark ettikçe düzeleceğiz. İletişimde uygulayacağımız doğru yöntemlerle hoşgörümüzün artacağına inanıyorum.
“Mükemmel Babandır” adında bir kitabınız ve stand-up gösteriniz var. Özellikle ilişkilerde, mükemmeliyetçiliğin ne gibi sorunlara yol açtığını düşünüyorsunuz?
“Mükemmel Babandır” kitabındaki bir bölümün başlığı bu. Stand-up gösterisinde de ilk önce mükemmeliyetçiliği irdelemek istedim. Bütün kötülüklerin anası demek istemiyorum, ama bizi ve ilişkilerimizi sıkıntıya sokan önemli bir faktör. Çoğumuz mükemmeliyetçi olmanın iyi bir şey olduğu iddiasında, oysa memnuniyetsizlikle eş değer. Üstelik bu arayış pek çok ruhsal rahatsızlığın da tetikleyicisi. Yaşamda hiçbir şey ve hiç kimse mükemmel değildir. Mükemmel olmamız gerektiğini zannettiğimiz için gün boyu kendimize acı çektiriyoruz. Eksiklerimizi ve hatalarımızı abartarak kendimizi durmadan cezalandırıyoruz. Kendimizi eleştirmekten kıpırdamaya dahi korkar hale geliyoruz. Mükemmel olsun diye çok uğraşıyor, olamayacağını hissedince vazgeçiyoruz. Kendimizi mükemmel, karşımızdakini eksik zannediyor; yanımızdakine de akıl vere vere bıktırıyoruz. “Ben olsam böyle yapmazdım”, “Şöyle daha iyi olurdu”, “Şöyle konuş”, “Böyle davran”, “Şunu yap”, “Onu giyme”… Karşımızdaki ne yapsa beğenmiyoruz, daha iyisini arıyoruz. Çocuk sınavda seksen alsa “Neden doksan değil?”, sevgili yüzük alsa “Neden pırlanta değil?”, pırlanta alsa “Ay bu kadar para verilir mi?”… Sevgili bakımsız olsa “Neden Kezban gibi dolaşıyorsun?”, bakımlı olsa “Kendini kime göstermeye çalışıyorsun?”… Uysal davransak eziklikle, itiraz etsek asilikle suçlanıyoruz. Her konuda mükemmeli arayanlar yaşamlarını mutsuzluk ve yalnızlıkla örerler. İlişkilerimizde “Böyle olmalı” diye düşündüklerimiz ördüğümüz duvarların tuğlasıdır. Mükemmel yok ya da babandır.
Pandemi döneminin boşanmaları ve ayrılıkları arttırdığı söyleniyor. Karantina aşkı öldürür mü?
Öldürür, öldürdü… Aslında bu süreçte zorlanmamızın sebebi nasıl zaman geçireceğimizi bilmiyor oluşumuz… Ezberden yaşadığımız hızlı bir hayat vardı: oraya koş, buraya koş… Boş anımızda cep telefonu, oyunlar… Pandemi sürecinde durunca birdenbire yapacak şey bulamadık. Birbirimize sardık. “Niye oturuyorsun?”, “Niye uyuyorsun?” hatta “Niye öksürüyorsun?” gibi sorularla birbirimizi boğduk. Evde her kimi bulduysak, başka bir şeyle uğraşamadığımız için, onunla uğraştık. Kısacası dar alanda kısa paslaşırken çok gol yedik. Güzel yanları da oldu. Sohbet ettik; zorunda kalınca birbirimizi tanımak fırsatı bulduk; pencereden bakmayı öğrendik; kuşları, ağaçları, karşı apartmandaki teyzeyi fark ettik. Hayvanlar ve doğa nefes alırken biz de insanın, insansız ve doğasız yapamadığını algıladık. Karantina öncesi bilgisayar ve cep telefonu yasaklandıkça cazibesi artıyordu. Bir anda “Çıkarın bilgisayarları, cep telefonlarını” denilip her şey online olunca bu sefer de teknoloji eski cazibesini yitirdi… Ama karantina uzayınca böyle de yaşamayı öğrendik. Bu süreçte bazı ilişkiler bozulurken bazıları daha da güçlendi; sevgililer birbirlerine çocukluk fotoğraflarını attılar, anılarını paylaştılar, dertlerini konuştular, çözüm yolları önerdiler ve buldular. İletişim kurabilenler, hoşgörülü olabilenler çok daha sağlıklı bir geleceğe yelken açtılar.
Doğru erkek ve doğru kadın var mıdır? Flört ve ilişkilerde beklentilerimizi hangi düzeyde tutmalıyız?
Doğru… Kime göre, neye göre? Tabii ki ilişkide olduğumuz insanlarda aradığımız değerler, istediğimiz özellikler var. Ama belki bir öncelik sırası belirlersek daha kolay olur. Arzu ettiğin artıları bulduğun kişinin eksilerini de kabul etmek gerekiyor. Zira “mükemmel insan” yok. Diyelim ki var, sen mükemmel misin? Seni niye istesin ki? Yakışıklı olsun, ama kızlar bakmasın; güzel ve bakımlı olsun, ama erkeklerin ilgisini çekmesin; sosyal olsun, ama kimseyle görüşmesin; işi olsun, ama hep benimle ilgilensin gibi çelişkili beklentilerimiz var. Flört ve ilişkilerimizde beklentilerimizi ve korkularımızı karşımızdakiyle paylaşmalıyız. Sohbet ve paylaşım, birbirimizi anlamamızın tek yolu; ama her istediğimiz olmaz, olamaz. Bu noktada hoşgörü ve anlayış en önemli anahtarlar. Durumlara tersten bakabilirseniz, hoşgörünüz ve memnuniyetiniz de artacaktır.
Aşkın matematiği olur mu? Kalp de beyin gibi düşünebilir mi?
Aşkın matematiği var zaten. Yapılan pek çok araştırma aşkı nasıl algıladığımızı ve nasıl seçtiğimizi irdeliyor. Tabii ki geliştirdiğimiz bu denklemin farkında bile değiliz. Hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir kişiden etkilendiysek bunu aşk olarak tanımlayabiliriz. Elini tutuş biçimi, bir bakış, gülümseme veya koku… Aşk sevgiye dönüşürken yeni bir denklem oluşuyor, bu defa daha da bilinçli. Hakkında her şeyi bildiğin halde yine de katlanabiliyorsan bunu da sevgi olarak genelleyebiliriz. Kendimizi mükemmel ve değişmez, karşımızdakini eksik ama bir gün mutlaka yola gelir zannediyoruz. Kadınlar kendilerinin Angeline Jolie, erkekler Brad Pitt olduğunu düşünüyor. Vazgeçilmez olduğumuzu düşünürken bir de normallik ölçütünün kendimiz olduğunu sanıyoruz. “Ben de bunu yapıyorum, normal” ya da “Bu normal değil, ben hiç böyle yapıyor muyum?” Kendimizden, alışkanlıklarımızdan ve beklentilerimizden oluşan bir matematiğimiz var. Artılar ve eksiler veriyoruz, değerlendiriyoruz; ama neye artı, neye eksi verdiğimizi de bilmiyoruz. Bir de her zaman ne isek o değiliz, birbirimizi etkiliyoruz, dönüştürüyoruz ve yanımızdakine göre şekil alıyoruz. İşte tam burada kendimizi ve ilişkide neye evrildiğimizi de fark etmemiz gerekiyor. Aklımızı kullanırsak kalbimizi yormayız. Bence her ilişki uzun soluklu denklemler bütünüdür.
Ayrılmak ve terk edilmek üzerine neler söylemek istersiniz? Aşk acısı nasıl aşılır?
Ayrılmak aklın seçtiği yol gibi görünürken terk edilmek öyle değil tabi… Terk edilmek zor gelir insana; çünkü istenmemek, reddedilmek, aşağılanmak gibi başka kelimeleri de yanında taşıyor. Alışkanlıklarımızdan vazgeçmek zordur, ama duygularımız kalıcı olduğu için onlardan arınmak çok daha uzun zaman alıyor. Bu gibi süreçlerde kendini tanımaya ve geliştirmeye zaman ayırmak iyi gelir. Bir de çivi çiviyi söker; kesin bilgi, yayalım!..
“Kadın” olmak ne demektir? Simone de Beauvoir’in “Kadın doğulmaz, kadın olunur!” sözü çerçevesinde değerlendirebilir misiniz?
Ülkemizde önce insan olmanın ne demek olduğu tartışılarak başlanmalı. Cinsiyetler teferruattır ya da en azından öyle olmalıydı. Maalesef ülkemizde kadın doğulur; yani cinsiyet rolün, pembe patiklerinle başlar. Maruz kaldığın davranışlar, senden istenen tavırlar ile şekillenirsin. Kısıtlamalar ve baskılar, eğer şanslı doğmadıysan, ölüme kadar götürebiliyor; bunu da görüyoruz. Nasıl olunur ki kadın? Daha mı süslü olmak gerekir mesela? Ya da daha sessiz, daha kibar mı? Alttan alan, katlanan olunca mı kadın olursun? Güçsüz olan, alınan, bakılan, muhtaç olan mı olmalı? Korunan değil de koruyan olunca kadınlıktan mı çıkar insan? Kriteri nedir? Kime göre, neye göre?
Son olarak “Yaşamak bir sanattır ve tasarım gerektirir.” diyorsunuz. Açıklar mısınız?
Yaşamak başlı başına bir sanat. Her birimizin kendine özgü bir yolu, eşsiz ve benzersiz bir duruşu var. Özeliz, bizden bir tane daha yok. Kendi yaşamımızı şekillendirirken, her sanat dalında olduğu gibi özgür olmak kadar tasarım da önemlidir. Sonucunda ne çıkartmak istiyoruz, nasıl hatırlanalım? Hayatımızı duyanlar ve görenler ne hissetsin, ne düşünsün? Bilerek yürümeli. Bir de tabi her sanatçı gibi eğlenmeli, gülmeli, düşünmeli ve düşündürebilmeliyiz. Sanatta mükemmel aranmaz, kendine özgü ve duygu yüklü olması önemsenir. Kusurlarımız ve hatalarımız olabilir, çünkü “Mükemmel babandır!”