Gravür Sanatçısı: Fatih Mika
Başarılı gravür sanatçısı Fatih Mika özel sergileri ile sanat severlerle buluşmaya devam ediyor. Birbirinden güzel eserlerle herkesin beğenisini toplayan Fatih Mika ile gravür sanatı hakkında yaptığımız sanat dolu röportajımız sayfalarımızda sizlerle…
Gravür sanatı nedir? Bize bahseder misiniz?
Gravür sanatçısı olmam ile her zaman gurur duydum. Elimden geldiğince, gravürün kendine özgü anlatım olanakları olan bağımsız bir sanat dalı olduğunu kanıtlamaya çalıştım. Bu nedenle sanat yaşamımda sadece gravür ürettim. Gravür, bir çizgi ya da izin sert bir levha (metal-ahşap gibi) üzerine kazılarak ya da oyularak bir kalıp hazırlanması daha sonra da bu kalıbın mürekkeplenerek bir kağıt üzerine basılması sanatı, yani kısaca bir baskı sanatı. Bu oyma-kazıma işleminde çelik kalemler ve mekanik diğer aletler kullanıldığı gibi metal üzerinde gerçekleştirilen bazı tekniklerde asitler de kullanılıyor. Tabii ki burada sanatı, çizginin ya da izin estetik niteliği belirliyor. Kalıbın kazılma-oyulma şekilleri gravürün tekniğini belirliyor.
Avrupa’da köklü bir geçmişe sahip olan Gravür sanatını icra etmeye siz nasıl başladınız?
1980 yılında 12 Eylül askeri darbesinden sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ndeki eğitimimi yarım bırakmak ve yurt dışına çıkmak zorunda kaldım. O tarihlerde vizesiz gidilebilecek pek ülke de kalmamıştı, ben de köken olarak geldiğim fakat dillerini bile bilmediğim Kosova’ya gittim. Dille aram hiç iyi değildir, bunu Priştina’daki bir yıllık dil eğitimimden sonra daha iyi anladım. Dilin az kullanıldığı bir okul seçmem gerekiyordu, biraz da İstanbul’daki akademilere daha önceki başvurularımda kabul edilmeyişimin de verdiği bir duygu ile Priştina’daki akademinin grafik bölümüne yazıldım. Hem sanatla ilişkim olur hem de paraya çevirebileceğim bir işim olur sanıyordum. Yanılmışım. Doğu bloku ülkelerinde “Grafik” denildiğinde “Baskı Sanatları”nın kastedildiğini bilmiyordum.
Sanatınızdaki tarzınızı nasıl betimlersiniz?
Sanat yaşamım boyunca enerjimi bir ekol yaratmaya ya da herhangi bir ekolün içinde olmaya harcamadım. Enerjimi, gravürün anlatım olanaklarını geliştirmek ve yeni anlatım olanakları bulmak için kullandım. Bu seçimim daha sonraki yıllarda öğrencilerimle ilişki kurmamı, onların geldikleri değişik gelenekleri, kültürleri ve sanatsal seçimlerini korumalarına olanak sağladı.
Roma ve Foggia Güzel Sanatlar Akademisi’nde “Gravür Teknikleri” dersleri verdiğinizi biliyoruz. Sanatçı yetiştirmek nasıl bir duygu?
Dört yıl Roma Güzel Sanatlar Akademisi’nde, geçen yıl yine İtalya’da Foggia Güzel Sanatlar Akademisi’nde Gravür Teknikleri dersleri verdim. Aslında akademilerde sanatçı yetiştirilmiyor. Sanatçı olmak isteyen adayları yani öğrencileri mesleki bilgi ile donatıyoruz. Onlara, dertlerini, söylemek istediklerini sağlayacak “anlatım araçlarını”, teknikleri öğretiyoruz. Belki de yetiştirmek yerine var olanların kaybolmamasını sağlıyoruz demek daha doğru. Bunu becerdiğim zaman çok mutlu oluyorum.
Gravür’ün dünyadaki yeri çok daha farklı. Bu sanatın ülkemizde neden gelişmediğini bize anlatır mısınız?
Özgün baskı adı altında gravürün hakkını yediler ve bir kavram kargaşası yaratıldı. Ticari kaygılarla piyasa için özellikle serigrafi ile çoğaltılan ünlü ressamların tabloları “Özgün Baskı” adı altında; hatta bazen Belçika’lara kadar gidilerek ofset ile çoğaltılan ünlü ressamların tabloları ise taş baskı (litografi) adı altında hem ekonomik olarak hem de estetik olarak gravür ile aynı kefeye konuldu. Bu kargaşanın ve herkesin gözü önünde Siyah Kalem’in bile özgün baskı sergisini yaptılar. Tabii ki bütün bunlar gravürün yararına olmadı. Hala, değil iki üç teknik tanıyan galericiyi, gravür kağıdını havaya kaldırıp tutmasını bilen galerici sayısı bile iki elin parmaklarının sayısını geçmez sanıyorum. Gerisini siz düşünün. Aynı şeyi eleştirmenler için de söylemek mümkün. Bu dalda ki diğer bir sorun da oyuncuların ve hakemlerin aynı kişiler olması. Gravürde son sözü kendileri de gravür yapan sanatçılar söylüyor. Bu çok tehlikeli bir şey. Gravürden anlayan bir eleştirmen ve galerici kuşağı, bir de gelenek eksiğimiz var. Bugün Türkiye’de Orhan Taylan “Gravür yapmadım” diye övüncünü özgeçmişine yazıyorsa; bunda yıllardır Türkiye’de gravür eğitimi vermiş olan hocaların günahı var. Çünkü gravür, Orhan Taylan’ın yapmadığını övünerek söylediği şey değil.
Ülkemize dönmeyi düşünüyor musunuz?
Bütün Türkiye hakkında konuşmam çok zor. Fakat, henüz bir gelenek yaratamadığımız ve gravürü görsel sanatların yayılmasında kullanamadığımız kesin. Herhalde “Hocalar” da öğrencilerine cömert davranmamışlar. 2006 yılında Ankara’da açtığım bir sergim sırasında tanıdığım bir galerici, galerisini baskı atölyesine dönüştürmek istediğinde bunu yapacak “nitelikli eleman” bulamadığını söylemiş ve eklemişti “Hocalar öğrenci yetiştirmemişler.” Yarım yüz yıllık bir yaşamım var. Aradan geçen bunca zamandan ve deneylerimden şunu öğrendim: yapılan küçücük şeyler bile kaybolmuyor. Ben kendimi zincirin halkalarından biri olarak kabul ediyorum. Farklı bir okuldan geldiğim, farklı ülkelerde yaşadığım için de farklı geleneklerin deneylerine ve bilgilerine sahibim, istiyorum ki bu halka kaybolmasın. Türkiye’deki genç sanatçı adaylarına da deney ve tecrübelerimi aktarayım. Ama nedense bütün kapılar duvar oluyor.
Gelecekteki projelerinizden bize bahseder misiniz?
Daha çok ve daha güzel gravürler üretmek, çok ama çok donanımlı öğrenciler yetiştirmek istiyorum. Gravür yapıp denize atacağım. Öğrenciler yetiştirip Dünya’ya salacağım. Halk bilmez ise balıklar nasılsa bilecekler.