Yarım Kalmış Bir Aşk Hikâyesi
Sonbaharın hüzünlü yapraklarına basarken yosun kokusu eşliğinde deniz kenarında adımladım Erdek sahilinde. Yalnızlık, içime işlemiş bir tütsü gibiydi. Kabullenilmiş bir yalnızlık belki de yanlış bir ilişkiden iyidir, diye düşünürken zihnimin karanlık sokaklarında bir an martılara takıldı bakışlarım. Bundan tam yirmi iki sene önce, yine bu sahilde fakat yanımda sevdiğim kadınla yürüyüş yaparken yine martılar bizi gözetliyordu uzaklardan sessizce.
Tarih boyunca hep aynı soruya cevap aranmış: “Aşk nedir?”
Bu soru ne zaman aklıma gelse hep aynı yanıtı verdim yıllar içinde: “Onsuz kalmak…”
Bir şeyin olmaması onu ne kadar değerli kılıyorlarsa, bir şeyin sürekli yanımızda olması da o kadar sıradanlaştırıyor. Ruhumu dinledim rüzgârın çıkardığı seslerin arasında ve akşamüstü olmasına rağmen etrafta kimse yoktu. Erdek, benim kadar yalnız olamazdı ekim akşamında, âşık bir adamın çaresizliği kadar yalnız olamazdı. Derler ki, erkekler âşık olamaz. Oysa hayat hep beklenmeyen sorularla gelir karşımıza ve biz yanıt veremeden soruları değiştirir. Aşk bizi ele geçirdiğinde artık geri adım atamayız, tek bir seçenek kalır avuçlarımızın içinde: Ona doğru yürümek, hiç arkaya bakmadan.
Bakışlarımı martılardan uzaklaştırıp sahildeki tek çay bahçesine çevirdim. Rüzgâr, sahile gelişigüzel dizilmiş masaların yanındaki plastik beyaz sandalyeleri dövüyordu uzaktan baktığımda ve hiç düşünmeden o yöne doğru yürümeye başladım. Dışarıdan bakıldığında kaybedeceği hiçbir şey kalmamış gibi yürüyen bir adama benzediğime emindim, bir aşkı kaybettiğin zaman kaybedecek başka ne kalır geriye?
Dalga sesleri bana eşlik ederken, geride bıraktığım yaz mevsimini anımsadım ve gülümsedim. Tek gecelik aşkların bana ne kadar zarar verdiğini anlayalı epey bir zaman geçmişti hayatımda, yazın neşesiyle kendini sımsıcak sokaklara atarsın ve tanımadığın insanlarla sanki uzun zamandır tanışıyormuş gibi konuşmalara dalarsın. Oysa, kalbinde hep aynı buruk tat vardır. Unutamadığın kadının uzaklardan sana ulaşan gülümsemesi, ses tonu, birlikte geçirdiğiniz güzel bir akşam. Hepsinin geçmişte kaldığını anımsayıp sessizce yutkunursun.
Cesare Pavese öyle der: “Hayattaki en büyük acı, mutsuz bir anında, geçmişte kalan mutlu anları anımsamaktır.” Sonra şöyle sürdürür eşsiz ruhunun yansımasını: “Günleri hatırlamayız, anları hatırlarız.” Yıllardır bana sorarlar, erkekler neden âşık olamazlar, diye. Uzun zamandır veremediğim yanıtı o ekim akşamında çay bahçesinde otururken çaycının bana getirdiği ufak bir parça kağıda yazıverdim. “Erkekler âşık olamazlar, çünkü acı çekmekten korkarlar.” Çevremde hayatını çapkınlık yaparak geçirmiş ne kadar çok erkek varsa hepsinden aynı cümleyi duydum: “Abi baktım ki kıza tutuluyorum, hemen engelledim numarasını, çünkü aşk olayları bana göre değil!” Erkek kaçmaya çalışır aşktan. Duygularını ifade etmeyi hiç öğrenememiş bir cinsiyetten, bundan başka bir davranış da beklenemez elbette, çünkü biz olduğumuz zaman çok âşık oluruz aslında. Belli etmeyi sevmeyiz ama derinlere ineriz kendi ruhumuzda.
Kimi erkek, annesinden hiç alamadığı o kayıp sevgiyi arar başka kadınların gözlerinde, kimisi de yalnızlıktan yorulur ve onu gerçekten seven bir kadın arar bu yalnızlığı birlikte göğüslemek için. Yalnızlık kesiftir, derindir, yorucudur, sonsuzdur. Karanlık bir tünelde yürümek gibidir aşktan kaçan yalnızlık. Hayatın tüm acılarına rağmen yine ve inatla hayatta kalma arzusudur yalnızlık.
Siz bakmayın erkeklerin aşktan kaçmalarına. Sizi kaç erkeğin derinden sevdiğini asla bilemezsiniz, çünkü onlar size söylemeden uzaklaştılar martılara doğru…