Orçun Türkay – Los Angeles’ta Türk Misafirperverliği
Los Angeles, dünyada trendlerin yalnızca doğduğu değil, aynı zamanda test edildiği bir şehir. Gastronomi, otelcilik, lüks yaşam tarzı; her şey burada yeniden tanımlanıyor. Orçun Türkay böylesine rekabetçi bir sahnede Türkiye’nin sezgisel ve insan odaklı servis anlayışını, Amerika’nın sistematik ve ölçeklenebilir otelcilik yapısıyla birleştirdi. Kendisi Los Angeles’taki Delphi Hotel’in genel müdürlüğünü yürütüyor.
Amerika’da, 1950’lerin kurumsal modernizmini temsil eden tarihî bir yapıyı ve terasında yer alan ÜCA restoranı milyonlarca dolarlık yatırımla yeniden hayata geçiren Orçun Türkay, mekânı Los Angeles’ın en karakterli rooftop destinasyonlarından birine dönüştürdü.
Orçun Türkay, geleceğin lüksünü “daha sessiz, daha kişisel ve daha rafine” olarak tanımlıyor. “Amerika’da misafirler, kişiselleştirilmiş ancak daha az temaslı bir hizmet anlayışı beklerken, Türkiye’de servis hâlâ sezgisel, sıcak ve insan temaslı.” diye ekliyor. Kendisiyle bir araya gelerek, Los Angeles’ın trend belirleyici gücünü, Amerika ve Türkiye arasındaki misafirperverlik anlayışının farklarını ve geleceğin lüks kavramını konuştuk.
Sizi tanımakla başlayalım. Türkiye’de başlayan ve Amerika’ya uzanan yolculuğunuzu sizden dinleyelim.
Türkiye’de, misafirperverliğin bir meslekten çok, bir yaşam kültürü olduğu bir ortamda yetiştim. Otelcilik kariyerim de bu anlayışın içinde şekillendi. Türkiye’deki otellerin ve servis anlayışının sezgisel, detay odaklı ve son derece yüksek bir kalite standardına sahip olduğunu her zaman savundum.
Amerika yolculuğum East Coast’ta başladı. Miami ve Washington DC gibi çok farklı dinamiklere sahip şehirlerde yaşayıp çalıştım. Bu süreç bana Amerikan otelcilik sisteminin operasyonel gücünü, süreç disiplinini ve farklı misafir beklentilerini yakından tanıma fırsatı sundu. Ardından Los Angeles’a gelerek, Türkiye’den getirdiğim güçlü misafirperverlik kültürünü Amerika’daki ölçeklenebilir iş modelleriyle birleştirmeye odaklandım.
ÜCA kısa sürede Los Angeles’ın ikonik mekânlarından biri hâline geldi. Sizce bir mekânı rakiplerinden ayıran temel unsurlar neler?
Bir mekânı öne çıkaran şey gösteriş değil, net bir kimliktir. ÜCA’da en başından itibaren tutarlı bir hikâye kurduk. Tasarım, müzik, servis dili ve mutfak aynı vizyonu yansıtıyor. İnsanlar artık sadece iyi yemek ya da içecek aramıyor, kendilerini ait hissedecekleri bir atmosfer arıyor. Kalıcı olan da tam olarak bu duygu.
ABD gibi rekabetin yoğun olduğu bir pazarda Türk kültüründen gelmek size nasıl rehberlik ediyor?
Türk kültürü, insanı merkeze almayı öğretir. Bu yaklaşım, Amerika’daki daha sistematik ve ölçülebilir yapıların içinde güçlü bir denge yaratıyor. Türkiye’de servis, görev tanımının ötesindedir; misafiri okumak, beklentiyi sezmek ve doğru anda doğru dokunuşu yapmaktır. Bu anlayış, ABD pazarında hâlâ çok güçlü bir fark yaratıyor.
Los Angeles dünya gastronomisinin önemli merkezlerinden biri. Sizi en çok etkileyen restoranlar hangileri?
Beni en çok etkileyen restoranlar, sadeliği ustalıkla yöneten ve çok net bir vizyona sahip olanlar. Japonya’daki disiplinli yaklaşım ile Türkiye’deki içten servis anlayışı, benim için ideal dengeyi temsil ediyor. Gösterişten uzak ama tutarlı markalar her zaman daha kalıcı oluyor. Los Angeles- Little Tokyo’daki “hole-in-the-wall” sushi restoranları favorilerim.
Los Angeles’a ilk kez gelen biri bu şehri nasıl deneyimlemeli? Los Angeles’ı global trendlerin doğduğu bir merkez yapan nedir?
Los Angeles tek merkezli olamayan, dünyadaki bütün kültürlerin bir arada yaşadığı, inanılmaz bir metropol. Mahalle mahalle keşfedilmesi gerekiyor. Downtown, West Hollywood, Beverly Hills, Silver Lake, Santa Monica, Malibu… Her biri farklı bir dünya. Global trendlerin burada doğmasının nedeni, şehrin yaratıcılığa alan tanıyan yapısı ve kültürel çeşitliliği. Burada fikirler serbestçe dolaşabiliyor.
Amerika’da otelcilik sektöründeki trendler neler? Misafir beklentileri Türkiye’ye göre nasıl farklılaşıyor?
Amerika’da misafirler daha kişiselleştirilmiş ama daha az temaslı bir hizmet bekliyor. Türkiye’de ise servis çok daha sezgisel, sıcak ve temaslıdır. Türkiye bu anlamda dünyanın en güçlü servis ülkelerinden biridir. Amerika’daki trend ise deneyim, esneklik ve lokal hikâyeler üzerine kurulu. Özellikle COVID’den sonra Amerika’da insanların seyahat anlayışları tamamen değişti. Artık insanlar özel tecrübeler edinebilecekleri seyahatlere odaklandılar. Bunu global trendlerde görebiliyoruz, bu yüzden insanların eskiden lüks olarak tanımladığı lüks seyahatler artık çok normal hâle geldi.
AirBnB sonrası dönemde oteller kendilerini nasıl konumlandırdı?
Oteller artık yalnızca konaklama alanları değil, sosyal ve kültürel merkezler hâline geldi. Güçlü yeme-içme konseptleri, rooftop’lar ve yerel iş birlikleri öne çıkıyor; ancak, servis kalitesi, güven ve tutarlılık söz konusu olduğunda oteller hâlâ rakipsiz. AirBnB, otellerden büyük bir pay alsa da bu işi layığı ile yapan hiçbir otel ile yarışamaz.
Genel müdür rolünün artık daha çok finansal tarafa kaydığı söyleniyor. Sizce misafirperverlik geri planda mı kaldı?
Finansal oluşum özellikle Amerika gibi ülkelerde şirketlerin tamamen odak noktalarına koyduğu bir konu. Tabii ki bu zaman zaman servis anlayışına yansıyor ve şirketleri bizim işimizin özü olan misafirperverlikten uzaklaştırıyor; ancak, misafirperverlikten uzaklaşan bir liderlik anlayışı sürdürülebilir değildir. Türkiye’de yetişmiş yöneticilerin en büyük avantajı sahayı iyi bilmeleri, misafirle ve çalışanları ile gerçek bağ kurabilmeleridir. Liderlik, bizim sektörde rakamlarla insan deneyimini aynı anda yönetebilme sanatı diyebilirim.
Los Angeles gibi lüks destinasyonlarda konaklama deneyimi sizce nasıl evriliyor?
Geleceğin lüksü daha sessiz, daha kişisel ve daha rafine. Gösterişli deneyimlerden çok, zahmetsiz ve özel hissettiren detaylar ön planda olacak. Lüks artık insanların gözüne sokulan bir şey olmaktan çıktı, özellikle California’da; ancak son zamanlarda artan maliyetler, politik karmaşa gerçekten otelleri zor durumlara sokuyor ve işletmeler ister istemez ödün veriyorlar, bu da genellikle servisi etkiliyor. Los Angeles’taki en prestijli oteller bile maalesef bunu hissediyor.
1950’lerin kurumsal modernizmini temsil eden, ikonik bir binanın başında olmak kararlarınıza nasıl ilham veriyor?
Böylesi bir geçmişe sahip bir yapının başında olmak, kısa vadeli değil, kalıcı düşünmeyi gerektiriyor. Amacım, binanın tarihine saygı duyarken onu bugünün yaşam biçimiyle uyumlu hâle getirmek. Gerçek vizyon, geçmişi korurken geleceği cesurca inşa edebilmektir.