Geçmişe Dönüp Bakmak
Bir Arap sözü “erken kalk, esenliğe erersin” dediği için değil ama Nisan ayının getirdiği yaz havası yatağımı baştanbaşa kaplayıp, sere serpe uzanıp uyumama engel olduğu için sabahın altısında kendimi ayakta buldum. Yataktan kalkıp, uyku sersemliğiyle yüzüme su çarpmak için zar zor lavaboya gittim. Soğuk su etkisini hemen gösterdi… Uykunun getirdiği mahmurluk yerini canlılığa bıraktı. Başımı kaldırıp, aynaya bakacak oldum. Bir de ne göreyim? Gençleşmiştim, en az otuz sene öncesinin yüzü karşımda… Saçlarım daha gür, akların yerinde ise siyahlar mevcut. Elmacık kemiklerim hafifçe çıkık, zayıfça bir yüze sahibim. Ayna karşısında zamanın dışında bir zamanda buldum kendimi. Neye uğradığımı bilemedim. Şaşkınlık içindeydim. Aklıma Odisseus Elitis’in bir dizesi geliyor. Bana seslenir gibi; “Ben bugün dünkü ben değilim”
?
Dönüp geriye bakmak… Bazen bir anlığına da olsa geçmiş günlere dalıp gitmek… Anılar sökün eder işte o zaman. “Anılar ne istersiniz benden?” demiş şair. Haklı bu soruyu sormakta… Anısız yaşanır mı? Yaşamın kendisi anıdır. Dün geçti, bugün geldi, yarın gelecek. Bir geçmişin tortularıdır anılar. Onlara bakarken arkasında neler var diye düşünmeli, yalnız görüntülerle, yaşananlarla yetinilmemeli aslında. Neler yok ki geçmişte. Acılar, bunalımlar, kırgınlıklar, pişmanlıklar… Ne de çoktur bunlar. Bazen de mutlu anlar ve sevinçli dakikaları…
Anılarım oradan oraya atlıyor. Yıllar önceye, yıllar sonraya. Okuldan çıkmışız. İçimizden biri, kimdi hatırlamıyorum belki Tansel, belki de Ali, “Bu havada ne güzel film seyredilir” diyor. Sanki herkes bu teklifi bekliyormuş gibi bir anda kendimizi Melek Sineması’nın önünde buluyoruz. Tarihi bir Türk filmi oynuyor. Gişenin önü kalabalık… Zar zor bilet alıp içeri giriyoruz. O zaman siyaset, sağ sol nedir bilmiyoruz. Filmin ortalarına doğru fondaki bir türkü salonun sessizliğini bozmaya yetiyor. Biz daha ne olduğunu anlamadan sloganlar atılmaya başlanıyor bile. Ardından ışıklar yanıyor. Güzelim renk renk afişlerin asılı bulunduğu girişten geçip, sinemanın arka sokağına açılan iki kanatlı kapısından kendimizi zar zor dışarı atıyoruz. Bugün Melek Sineması’nın yerinde düğün salonu var. Zaten, eskisi gibi filmlerde siyasi sloganda atılmıyor.
Yine Ankara. Türkiye’de körleşme yılları. Birçok şeyin kötürümleştiği günler. Kırım ve kıyımın her köşe başında pusu kurduğu zamanlar. Yıllardan 1980 falan…. Tam da 12 Eylül darbesi öncesi. Herkes birbirini kuşkuyla süzüyor, kardeş kardeşi vuruyor, korku dört bir yanı kol geziyordu. Sözüm ona sonbahar gelmişti ama hava sıcak mı sıcaktı. Akşamüstü saatleri… Sokakta üç arkadaş ayaküstü sohbet ediyorduk. Tam bu anda sokağın alt kısmından koltuğu altında ders kitapları ile bir genç köşeyi döndü. Üzerinde siyah bir takım vardı. Ayakkabıları ve çorapları da siyah renkteydi. Birden üç el silah sesi duyuldu. Herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken sokağın girişinde bu genç vücut yere düştü. Önce eli ensesine gitti, doğrulmak istedi, olmadı. Sonra da başı yere düştü. Ölüm ona köşe başında tuzak kurmuştu. Gencecik bir çocuktu. Onu Fidan sokağın köşesinde vurdular. Ölüsünü bırakıp gittiler. Biraz önce canlı ve gerçek olan, şimdi yıkıntı idi yalnızca… O gün ölümün insana ne kadar yakın olduğunu ilk kez anlamıştım.
Şimdi de başka bir zaman dilimi; bellek oyununu oynamaya başladı bile. Anı defterine geçen, hep uçup giden yaşam serüveni, yaş maş dinlemez. Zınk diye oturur belleğin bir yerine, zonklaya zonklaya. Ayla Mustafa Ceyhan, Okan Akınç ve ben Bodrum’dayız. Deniz, kum, eğlence hepsi var. Ama bizim aklımız siyasette. Siyasetle yatıp, onunla kalkıyoruz. Hayaller kuruyoruz. İdeallerimiz var. Beklentilerimiz. Yıllar içinde geçinme sorunsalı bizi dört bir yana savuruyor. O gün içinde bulunduğum parti bile, bugün bana yabancı. Kaskatı kesilmiş, bakakalıyorum dünlere, evvelki günlere.
Yazın sıcak gecelerinden birinde, Mülkiyeliler Birliği’ndeyiz. Çerkes Karadağ ile oturmuşuz bira, sosis, patates tava. Fotoğraftan konuşuyoruz. Fotoğrafın tanıklığından, belge olması özelliğinden… Bir yazar katılıyor sohbetimize. Konu sanattan, sanatçının Türkiye’deki konumundan açılıyor. Yazar tepkili yaşadıklarına. Haklı da aslında. “Yıllardır yazıyorum, kitaplarım baskı üstüne baskı yaptı. Birçok ülkede çevirileri yapıldı, yayınlandı, belki de en çok kitabı satan yazarlardan biriyim, ama ülkemde hala birçok yerde bana yer vermiyorlar” diyor. Çerkes Karadağ da her zamanki nüktedanlığı ile “Daha ne istiyorsun, işte şimdi sen Türkiye’de yazar olmuşsun” diyor. Gerçekten de Türkiye’de yazar olmak, sanatla beraberinde zorlukları da getiriyor. Bunlarla ilgilenmek ne yazık ki fuzuli işlerle ilgilenmekle eş değer tutuluyor.
İnsan yaşamı, gerçekle düş arasında geçen bir serüvendir. Yaşanan her an, her dakika, kaşla göz arasında geçen giden serüven… Şimdi, bunca yıl sonra, garip bir hüzünle anıyorum bu anıları. Anımsadıkça yeniden yaşıyorum. Dağınık anılar bunlar ama hepsi kendi içinde bir bütün. Yitirilmişliğin yıkımını kuşanıyorum.
kenan gürbüz
çok güzel anlatım gerçekten emeği geçen herkeze teşekürler