Bir Düş Müydü O Günler…
Tam bir tabanca ateş etmek için doğrultulmuştu ki, filmin yakışıklı jönü kötü karakter oyuncusunun üstüne atladığı gibi yumrukları ile onu yere serdi.
İşte tam bu sırada sinemada “vur, bir daha, bir daha” sesleri yankılandı. Ardından ıslıklar, tekmeler, heyecan her koltuğu sardı. İlerleyen sahnelerde aynı başrol oyuncusu sevgilisinin dudaklarına doğru eğildi. Salondaki genç kızlar biraz mahcup, birazda başroldeki kadın oyuncunun yerinde olmak istercesine rüyalara daldılar. Hiçbir zaman erişemeyecekleri yıldızların esrarlı dünyasına karıştılar. Çoğu ama çoğu kendi yaşantısını, kişiliğini sinemanın kapısında bırakıp, filmin gizemli atmosferine katılmışlardı. Seyirci ile filmin karakterleri arasındaki gizli diyalog çoktan başlamıştı. Kısacası yeniden yaşanan ikinci bir yaşam, değişik bir dünyanın üyesi olmanın getirdiği haz herkesinin yüreğini kaplamıştı.
Artık o saf Yeşilçam seyircisi kalmadı. Başlangıçta seyrettiği filmler karşısında daha saf olan seyirciden söz ediyorum. Çocuksu diye düşündüğümüz, sinemaya eğlenmek, hoşça vakit geçirmek için giden ve bununla yetinen seyirciden bahsediyorum. Yazdığım bu cümle masal gibi geliyor değil mi? Oysa bugün 50’li yaşlardaki birçok insan bu masalın içinde yaşadı. Ben mi nerden biliyorum? O yaş grubundaki insanları dinledim, o döneme ait anı kitaplarını okudum, en önemlisi de gözlerimi kapatıp, o günlere gidip, hayal ettim.
Ortaokul sıralarında Ankara’da Kolej’deki “Konak Sineması”, hem bizim hem de dedemlerin evine yakınlığı ile benim için bütün Türk filmlerinin kaynağıdır. Bir gün bu sinemada izlemediğim bir film oynuyordu. Seyretmeyi çok istediğim bir sanatçının filmi. Okulda filmi seyreden çoğu arkadaşım filmdeki sahneleri taklit ediyorlardı. Hep böyle olurdu zaten. Her film mahallede çocukların kendi katkılarıyla yeni baştan çevrilirdi. Hem de filmdeki en tehlikeli sahnelere kadar. Bir keresinde filmin başrol artisti pencereden sokağa atlamıştı. Arkadaşlarımdan biri de aynı sahneyi denemeye kalktı da ayağını kırmıştı. Bir hafta boyunca sinema için babamdan izin koparmaya çalıştım, sonunda da başarılı oldum. Bilet parası, harçlıklarımdan tasarruf etmemle çoktan toplanmıştı. O yıllarda sinemaya gitmek bir ritüeldi. Kış mevsiminde ancak Cumartesileri, yaz tatilinde ise hemen hemen her gün sinemaya giderdik. Günler öncesinden gidilecek film seçilir, hayaller kurulmaya başlanırdı. Sinemanın kapısından adım attığımızda ise, dışarısı ile iletişimimiz kesilir, kalabalıktan kaçınılır, hatta kendimizden kaçardık. Gündelik tekrarları yaşayan, sıradanlaşmış bir yaşamın kahramanı olan bizler kendimizi yok etmek ister gibiyizdir bu anlarda. Belki de bu nedenle dahi kendimizi sinemanın, izlediğimiz filmin ellerine usulcacık bırakırdık. Bizim için yalnızca iyi ve kötü vardı. O nedenle gördüğümüz filmi eleştirmez, hakkında yorum yapmaz, dilsiz ve yansız kalırdık. İzlediğimiz filmlerin çoğu melodramdı. Şimdi düşünüyorum da bu tip film örnekleri tıpkı tablo prodüksiyonu yapar gibi, sinemada yeniden üretilirlerdi. Nicelik sineması değildi başta. Gittiğim filmin başrolünde İzzet Günay ve Türkan Şoray oynuyordu. Ünlü Gila filmini bir uyarlamasıydı. Anlayacağınız Hollywood taklidi filmlerden biri. Adı “ Bomba gibi bir kız”. Tüm karakterlerin dublajlarının artık ezberlenmiş bir iki sesle yapılmış, teknik açıdan ise oldukça geri bir düzeyde olan bir filmdi bu. O günlerde oyalanmayı sağlamak ve günlük sorunlarından uzaklaşmak için sinemaya gitmek iyi bir yöntemdi. Film yönetmenleri ise umurumuzda değildi. Evet, başta jenerikte “Directed By…” diye bir takım adlar perde üzerinde aşağı kayardı ama bize neydi onlardan. Önemli olan oyunculardı. Oysa sinema demek, film demek yönetmen demekti. Oyuncu daha sonra gelirdi. Oyuncuları yaratan, onlara kişilik kazandıran yönetmenlerdi. Bunu çok sonraları öğrendik. Aslında biz önce artistleri sonrada sinemayı sevdik. Kimler yoktu ki o yıllarda. Yiğit ve kenar mahalle kabadayısı Ayhan Işık, bebek yüzlü, alafranga romantik genç adam Göksel Arsoy sonra Orhan Günşiray ki o genellikle maceraperest çapkın rollerde yer bulurdu. Sonrasında Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, İzzet Günay, Ediz Hun ve Yılmaz Güney. Kadın artistlerden Hülya Koçyiğit, Emel Sayın, Türkan Şoray, Ayşecik, Fatma Girik ve daha birçokları.
Filmler vardır, kalıcıdır; filmler vardır seyredildikten sonraki saat içerisinde yok olur, giderler. Sinemaya gidip gitmediğini insan bundan anlar. Melodram filmlerinin çoğu belleğimizde yok olması gerekmesine rağmen Türkiye’de kendisini sürekli hatırlatır. Bende Konak Sinemasından çıktığımda kafamda yeni film hikayeleri vardı. Senaryo yazmak hatta yönetmek artist olmak isteğimden daha ağır basmaya başlamıştı. Heyecan içinde yola koyulmuştum. Çocukluk düşleri işte. İnsan hep böyle sürecek sanırken, yaşamın kurgu dünyası birden çöker üstüne. Gerçekler ile karşılaşırsın.
Şimdi şöyle çıksam da sinemaya gitsem, diyorum bazen. Ama nereye? Hangisine? Kaldı mı benim sinemalarımdan biri? Nerde? Benim gittiğim sinema salonlarının çoğu hatta hepsi tek tek kapandı. Kavaklıdere, Lale, Yeni Ulus, Ses, Talip, Çankaya, Melek, Uzay, Cebeci, Site, Batı, Akün sineması. Şimdi onların yerinde çok katlı binalar, otoparklar var. Yeni moda, alışveriş merkezlerindeki sinemalara gitmek. Bana kalan ise o eski, o güzel günlerden bir anı olarak, düş kurmak.
Şimdi Televizyon karşısında film seyrederken o günleri, o günlerin sinema kuşağı seyircilerini anımsıyorum. Bazen de anımsamak ile kalmıyor yeniden yaşıyorum. Koltuğuma gömülüp elimde sıcak bir çay bardağı, ayaklarımı uzatıp filmleri izlemek bana keyif veriyor. Hele 1960’ların, 70’lerin Türk filmlerini göstermiyorlar mı, o İstanbul’un nostaljik görüntüleri eşliğinde, geçmişe dalıp gidiyorum. Hep genç kalan, yaşlanmak nedir bilmeyen dostlarla beraber. Nerden nereye geldik diyorum kendi kendime. Yalnızca Türk sineması değil, seyircisi de, hatta Türkiye de…
Erol ÇINAR