Hayal Edebildiğimiz Herşey Gerçektir
Esasında biz onu, New York’ta yaşayan ünlü Türk sanatçı olarak tanıdık… Mezun olduktan sonra Londra’ya gidip 80’lerde ülkemize döndükten sonra 87’de bu kez New York’a yerleşen ve orada dünya çapında büyük bir üne kavuşan sanatçımız Ertuğrul Ateş bu ay MAG’ın konuğu oldu. 2 Nisan’da Ankara’da Volvo Sanat Galerisi’nde sergi açacak olan değerli ressamımızla keyifli bir sohbeti sayfalarımıza taşıdık.
Sanat galerisi sahibi Çağla Cabaoğlu, exclusive menejeri olduğu sanatçının yirmi dokuzuncu sanat yılında sizler için özel bir röportaj yaptı…
Hatırladığınız ilk sahne nedir, sanat hayatınızla ilgili?
Ertuğrul Ateş: Ressam Duran Karaca ortaokul birinci sınıftayken resim hocam olmuştu. Bir natürmort yapmıştım, hiç unutmam… Resmin arkasına koskocaman bir “10” yazdı. İlk motivasyon, ilk sahne budur…
Resmi hatırlıyor musunuz?
E.A: Siyah bir fon kağıdı… Siyah zemine yapmıştım. Hatta kullandığım renkler için Duran Bey, Gauguin’e göndermeler yapıyor gibi demişti. Devamında da hayatım boyunca resim ve sanatla yaşadım… Parayı da sadece sanat üreterek kazandım…
Üniversite yıllarınız nasıl geçti ve o sırada hayattan beklentileriniz nelerdi? Dünyaya bakışınız nasıl gelişti?
E.A: O yıllarda aklımda bir tek şey vardı; “gitmek”. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Sürekli gitmek, keşfetmek, kendimi başka türlü motive etmek… Bu ham bir istekti. Kolay tatmin olan, ikna olan bir adam değildim. Ankara’da üniversitede okurken hocalarımı da çevremi de hem dinledim, hem dinlemedim. Aslında dinlediğim tarafları; benim mantığıma, kafama yatan taraflardı. Dinlemediğim taraflar da; “Bu böyle olmak zorunda değil, böyle de olabilir” dediğim kendimi klişelerden koruduğum ve zihnimi geliştirdiğim günlerdi…
Mezun oldunuz, sonra bir süre yurt dışında yaşadınız… Bundan bahseder misiniz?
E.A: Üniversite biter bitmez Londra’ya gittim. İşte bir yerlerden, bir şekilde küçük yardımlar alarak… Orada küçük bir düzen kurdum. Hem çalışıyor hem resim yapıyor hem dil okuluna gidiyordum… Başka türlü bir hesaplaşmanın da, kapıları aralanıyordu; müzeleri, galerileri gezdikçe, oradaki sanat ortamını gördükçe… Gördüm ki, aslında batıya ait olan değerlerin alt tarafını biraz eşelediğimizde bu fikirlerin hiç de bize uzak olmadığını, bu topraklara ait bir sürü uygarlık modelinden çıkmış düşünceler olduğunu fark ettim ve bunun yansımasının neden bizde böyle olmadığını anlamaya çalıştım. Bu sorgulama sürecine; kendimi yeniden biçimlendirdiğim, resimlerimi de yeniden bu dünyaya adapte ettiğim süre diyebiliriz.
Türkiye’ye dönüşünüz nasıl oldu?
E.A: Londra’dan döndüm Türkiye’ye, askere aldılar hemen beni… Yirmi gün sonra Kars’taydım, sıkı yönetim vardı. Günde ortalama dört-beş kişi öldürülüyor… Ve elimde makinalı tüfek, kendimi nöbet tutarken buldum. Yine ekstrem! Benim hayatımda hep böyle uçlar, uçlarda olmak var… Resimlere de yansımıştır. Aslında insan, ekstrem içinde gidip gelirken, kendisi ile ilgili sorulara daha iyi cevap buluyor. Ben hiçbir şeyin hayatta tesadüf olduğuna inanmam. Bir kurgu vardır…
Aslında biz sizi sanatçı olarak, New York’ta yaşadığınız sürede tanıdık. Arada Türkiye’de sergiler yaptınız… Orada yirmi yıl geçirdiniz, çok uzun bir süre…
E.A: Ben hayatı sürekli bir sınav olarak gördüğüm için kendimi de sürekli sınava tabi tuttum. Eğer bir şeyi iddia ediyorsam, bunun cevabını dünyadaki “en” neredeyse orada aramalıyım diye düşündüm. En canlı, en hareketli sanat piyasası New York’tu. Hala da öyle…
Evet, sanatın kalbi New York’ta atıyor…
E.A: New York’u Amerika’dan ayırmak lazım. Psikolojisi, kurumları, insan malzemesi, çeşitliliğiyle müthiş zengin. Gerçekten Amerikalı’nın “melting cup” dediği bir eriyik kabı. Bu kabın içinde eriyorsunuz, yeniden biçimleniyorsunuz. Çok iddialı bir şehir. Orada kimisi kimlik problemi yaşıyor, kimisi bu problemi çözüp, yepyeni başka bir üst boyut geliştirebiliyor. Dolayısıyla ben de canhıraş bir mücadele süreci yaşadım New York’ta.
Peki, orada nasıl var oldunuz?
E.A: Gidişimde yine bir kör uçuştu adeta… Nereye ineceğimi, ne yapacağımı bilmeden… İlk zamanlar, New York’ta beni kurtaran yine grafik oldu. İşte lokal dergilerden, gazetelerden bulduğum işlerden para kazanıyor, bir taraftan da resim yapıyordum. Japon ressam bir arkadaşım sayesinde, Kampo Japon Kültür Merkezi diye bir merkezde ilk sergimi açtım. Derken o serginin sonunda başka bir galeriden teklif aldım. Ismael Gallery diye orta sınıfta bir galeriydi. Tam o günlerde tesadüf eseri Ahmet Ertegün ile tanıştım. O beni çok destekledi.
Kendinizi ifade ederken sizi en çok ne etkiliyor?
E.A: Böylesine topraklarda yaşamanın, doğmanın ve böylesine bir kültür zenginliğinin içinde var olmanın büyük ayrıcalık olduğunu düşünüyorum. Batı ortaçağı yaşarken, bu topraklarda muazzam bir uygarlık modeli vardı. İşte o modelin içerisinden Mevlana’lar, Yunus’lar, Hacı Bektaş’lar çıktı… Ve Itri’ler çıktı, Dede Efendi’ler çıktı… Nazım’lar, Aşık Veysel’ler çıktı. Kendimi ifade ederken sadece bana ait değerlerden yola çıktım. Hep şuna inandım; evrensele ulaşacak olan yol, yerel değerlerden geçer. Beni başkaları bir yere koyamadılar. Bu adam ekspresyonist değil, bu adam soyut değil. Batının formlarında bir sınıfa giremiyordu, resimlerim. Türk sürrealist ressamı dendi çok genel tanımla. Ama ben sürrealist bir ressam değilim. Yapmak İstediğim sürrealite düşüncesinden yola çıkarak yaptığım şeyler değil. Ben bu toprakların değerlerinden hareket ettim. Genetik özellik olarak ben bu değerleri taşıyorum. Bir ağacı besleyen topraktır; Ağacın gövdesini, yapraklarını, dallarını ve meyvelerini, neticede o toprak besler. O meyvenin tadı evrenseldir. Yani bütün dünyaya ait bir tattır. Sonuç, bütün herkese ait bir sonuçtur. Kendimi ortaya koyarken, taşıdığım özgün değerlerden yola çıktım.
İmzanız gibi her resminizde var olan “kurdele” imgesinin çıkış noktası nedir?
E.A: Resimlerime özgün bir motif olarak giren kurdelem, aslında Anadolu’daki dilek ağaçlarına bağlanan bez parçalarından başka bir şey değildir. Resimlerde başka bir misyon yüklenmiştir. Bugün kurdelenin en son geldiği nokta; bir çeşit hafıza yazısı yazıyor. Kaligrafik bir takım özellikler kazandı. Bu beni nereye götürüyor? İşte yine beni hem geçmişimle bağlıyor hem bugünü anlatıyor hem de geleceğe götürüyor…
Resimlerinizi siz nasıl tanımlıyorsunuz?
E.A: Resmimi oluşturan mekanizmaları ben hep bu topraklardan çıkmış bir takım fenomenler üzerine kurguladım. Örneğin zemindeki doku aynı kahve falındaki telve dokusuna göndermedir. Tarih bilinci daha farklı bir şekilde ortaya çıktı. Bütün bunların hepsini örtüştürdüğümüzde, bugün geldiğim noktada bütün bunların benim resmimi besleyen kaynaklar olduğunu gördüm. Nasıl tanımlarsın diye sorduğunda; galiba mistik resimler yapıyorum. Bu mistik resimlerin kökeni de bana ait değil. Bu, bu toprakların bende bıraktığı iz. Bu izin üzerinden ben yola çıkarak bir şeyler arıyorum.
Sizi farklı kılan nedir?
E.A: Hayatta hep bana ait bir yerden durup bakmayı hep önemsedim. Dolayısıyla özgün olmak ve özgün kalmak, bu özgünlükten bir sentez yaratıp, bir bilgi üretebilmek bana daha cazip ve daha doğru bir şey gibi geldi ve ben bütün yaptığım işi bu platform üzerine dayadım.
Bu yıl sizin için oldukça yoğun geçecek. Özellikle yurt dışında çok özel sergileriniz var. Bunlardan bahseder misiniz?
E.A: Evet. Bu yeni dönem işlerim Ankara’dan sonra İstanbul’da fuarda yer alacak. Sonra Çin’de yine önemli bir fuarda uluslar arası sanat fuarında sergilenecek. Ardından Fransa’da “Türk-Fransız Yılı” nedeniyle büyük bir karma sergiye katılacağım, Bir de Dubai’de kişisel sergim olacak…
{gallery}roportaj/250609ertugrul{/gallery}