“Doğadan İlham Alıyorum” Loreena McKennitt
Otuz yılı aşan kariyerinde “eklektik Kelt” müziğiyle dünya çapında yirmi milyona yakın albüm satan Kanadalı şarkıcı ve besteci Loreena McKennitt, yeni albümü “The Road Back Home”un ardından çıktığı “The Mask and Mirror 30. Yıl Turnesi” kapsamında Pasion Turca organizasyonuyla kariyerinin en özel şarkılarını 30 Haziran İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu, 1 Temmuz Ankara Atılım Üniversitesi Atılım Sahne ve 2 Temmuz İstanbul Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’ndaki konserlerinde dinleyicileriyle buluşturmaya hazırlanıyor. McKennitt, ilhamını ve Türk kültürüyle ilgili duygularını MAG Okurlarıyla paylaşıyor.
Dünyada çok sevilen şarkıların sesisiniz. Şarkılarınızın esin kaynakları neler?
Bunun bir formülü yok aslında ama en çok doğadan ilham aldığımı söyleyebilirim. Müzik ya da söz, önce hangisi geleceğini kendileri seçiyor. Aklıma gelen söz ve melodilerle oynuyor ve geliştiriyorum. Şarkı yapmak kendiliğinden gelişen bir süreç, doğal bir akışı var; ama en çok, kendimi rahat hissettiğim ve günlük koşturmalardan uzaklaştığım anlarda geliyor.
Kelt müziğini dinleyicinin gözünde bu kadar özel kılan biraz da sizin yorumunuz diyebilir miyiz?
Kelt müziğinin, insanları etkisi altına alan bir yanı var. Seyahatlerim sırasında aldığım etnik enstrümanları da kullanıyorum. Kelt müziği beni de ilk andan itibaren cezbetmişti. Bu müziğe kendi ruhumu da üflüyorum, onu farklı enstrümanlar kullanarak zenginleştiriyorum. Her şeyin ötesinde, sesimle samimi bir dünya yaratıyorum.
The Mask and Mirror turnesi sizin için ne ifade ediyor?
The Mask and Mirror aslında otuz yılı geride bırakmış bir albüm. Ben de otuzuncu yılı onuruna albümün adını taşıyan bir turne ile Avrupa’yı dolaşmak istedim. İspanyol ve Fas etkilerinin harmanlandığı, dinleyici ve eleştirmenlerin hâlâ hakkında çok güzel şeyler söyledikleri bir çalışma. The Mask and Mirror’ı “live” olarak üç farklı formatta dinleyici ile buluşturmanın keyfini yaşıyorum.
Müzik, çocukluğunuzda hayatınızın neresindeydi?
Kanada’nın Manitoba eyaletinde, bir hemşire ve bir tüccarının kızı olarak büyüdüm ve çocukluğum özgür, rahat, keyifli bir taşra hayatıyla geçti. Beş yaşında piyano ile tanıştım. Okul yıllarımda çeşitli etkinliklerde müzik hep hayatımdaydı.
Yoğun bir turne programınız var. Turneler ve konserler haricindeki zamanlarda neler yaparsınız?
Büyük bir çiftliğim var, orada vakit geçirmeyi, doğa ile iç içe olmayı seviyorum. Kamp yapmak, doğa yürüyüşleri, sevdiğim arkadaşlarımla bir araya gelip güzel zaman geçirmek, bir şeyler okumak, araştırmak ve bahçe işleri ile uğraşmak bana huzur veriyor.
“Tango To Evora” Türkiye’de ünlü sanatçı Nilüfer tarafından da seslendirildi. Sizin Türk müziğine bakışınız nasıl?
Nilüfer’in 1990’ların sonunda “Tango To Evora”nın güzel bir yorumunu kaydettiğini ve bunun müziğimin daha da geniş bir Türk dinleyici kitlesinin dikkatini çekmesine yardımcı olduğunu biliyorum. İlk ziyaretimden bu yana o kadar çok harika Türk müzisyen dinledim ki sadece birini seçmek zor ama Arif Sağ ve Belkıs Akkale gibi halk sanatçılarını ve Barış Manço gibi yerel ve Batı türlerini harmanlayan sanatçıları biliyorum.
Türkiye’de konserler haricinde birçok farklı şehri de gördünüz. Sizi en çok etkileyen neydi?
Konya, Kapadokya gibi farklı kentleri de gördüm. Türkiye’de birçok kenti gezdim ama aklımda kalan en özel anlar, izlediğim sema gösterisiydi. O gösterinin altındaki felsefe ve mistisizmin beni büyülediğini söyleyebilirim.
Sizi bu yaz çok özel bir turne bekliyor. Turne sonrası için yeni proje ve planlarınız var mı?
Son olarak The Road Back Home albümünü yayımlamıştım. Şu an, yaz boyunca sürecek bir otuzuncu yıl Avrupa turnesindeyim. Türkiye’den sonra Almanya, İspanya, İtalya gibi birçok farklı ülkede turne devam edecek. Turne devam ettikçe yeni konserler de ekleniyor.