© Copyright 2018 Mag Medya
blank
Başa Dön

Çalışkan, Başarılı, Güzel Tilya Damla Sönmez

Çalışkan, Başarılı, Güzel Tilya Damla Sönmez

Yer aldığı dizi, film ve tiyatro oyunlarıyla adından sıkça söz ettiren Tilya Damla Sönmez, yeni projesi “Tezgah”la izleyenleri güldürmeye hazırlıyor. Dilsiz ve ıslıkla anlaşan bir karakteri canlandırdığı ve dünya genelinde onlarca ödüle layık görülen “Sibel” yapımını da anlatan başarılı oyuncu; müzik geçmişini, yoğun bir günün ardından nasıl rahatladığını, yeni projelerini, kitaplara olan ilgisini ve merak edilen pek çok konuyu MAG Okurlarıyla paylaşıyor.

 

İlk başta tiyatro oyuncusu olmak için yola çıkmıştınız. Tiyatro sahnesinde olmak size ne hissettiriyordu? İlk oyununuzda neler hissetmiştiniz?

Kendimi bildim bileli oyuncu olmak istiyorum. İlk sahneye çıkışım, gittiğim tiyatro kursunda dönem sonu sahnelediğimiz Küçük Prens. Dokuz yaşındaydım. Ben hep çok eğlendim sahnede. Yine çok eğlendiğimi hatırlıyorum. Bir de seviyorum sorumluluk almayı; oyunun aksesuar, kostüm vs. tüm diğer organizasyonları da bendeydi sahne arkasında. Hem çok heyecanlandığımı hem de mutlu hissettiğimi hatırlıyorum.

 

Filmlerinize nasıl çalışıyorsunuz? Rolünüze hazırlanırken hangi teknikler size yardımcı oluyor?

Oyuncu olmak için illa konservatuar okumak gerekmeyebilir ama ya saha öncesi ya sahada tecrübe edinmiş, eğitim almış, eğitimi talep etmiş, işin talebesi olmuş olmanız gerekiyor bence. Ben önce Saint Joseph’te, sonra Fransa’da kısa bir dönem dramaturji okudum. İstanbul’a döndüm, konservatuara devam ettim. Okulun tatil olduğu dönemlerde Londra’da London School of Dramatic Arts’ta Jillian O’Dowd’la çalıştım, New York’ta Black Nexxus Academy’de Susan Batson’ın derslerine girme şansım oldu. Bunları şu yüzden anlatıyorum; sadece bu eğitimler de değil, hem bu eğitimler hem de yıllarca merak edip okuduğum teori kitaplarını, sahnede ve kamera önünde kendimi denediğim yıllar, her karakter ve her proje için farklı farklı hazırlanma teknikleri kullanmamı, bazen bazı teknikleri değiştirerek ya da birbirine ekleyerek yeni kendi tekniklerimi keşfetmemi sağladı. Her hikâye için farklı bir çalışma yöntemi geliyor yani. Başına oturana, o konuda kafa patlatmaya başlayana kadar çoğu zaman ben de bilmiyorum nasıl bir yol izleyeceğimi.

 

Sizde en çok etki bırakan projeniz hangisiydi ve neden öyleydi?

Her proje farklı etkiler bıraktı bende. Oyunculuğun keyifli yanlarından biri bu. Siz canlandırdığınız karaktere bir şeyler katarken o karakter de size birçok şey katmaya başlıyor. O yüzden de çok incelikle yapılması gereken bir iş. Mutlaka birini seçmem gerekirse -o da sadece şimdiye kadar- “Sibel” filmi diyebilirim. Hem manevi hem fiziksel olarak ağır bir hazırlık süreci geçirdik. Filmi çektiğimiz coğrafyanın şartları itibarıyla set de ekstra özen gerektiren, yoğun bir süreçti. Film ilk olarak İsviçre Locarno Film Festivali’nde açıldı, daha sonrasında dört ayda, dünyanın beş ayrı kıtasında hem bana hem yönetmenlere hem kendine tam yirmi altı ödül kazandırdı. Bu gittiği yerlerin kültürleriyle etkileşime geçti. Biz de filmin bu yolculuğunu gururla takip ettik. Kendi ülkenizde, bir Karadeniz köyünde geçen, bir genç kızın mücadele hikâyesinin bu kadar çok kıtada, ülkede, şehirde, bu kadar farklı kültürle buluşmasına eşlik etmek, oralarda yarattığı etkiye şahit olmak heyecan ve ilham vericiydi.

 

“Sibel” filminde dilsiz ve yalnızca ıslık diliyle iletişim kuran bir karakteri canlandırdınız. Film hazırlıklarından bahseder misiniz? Islık dilini nasıl öğrendiniz?

Çağla ve Guillaume’la, filmi çekmeye başlamadan iki buçuk yıl önce tanıştık. Buluştuğumuzda henüz ellerinde senaryo yoktu. Filmin hikâyesine ve Sibel’e dair beş cümleleri vardı. O beş cümleden Çağla ve Guillaume’a da, hikâyeye de vuruldum. Bir sorun vardı; ıslık çalmayı bilmiyordum. Onlar senaryoya çalışacaklarını söylediler, ben de ıslığa; ayrıldık. Sete girene kadar hep iletişimde kaldık. Kendimi bu açıdan çok şanslı hissediyorum, çünkü yönetmenlerim beni projeyi geliştirme sürecine dâhil ettiler. Hayat ve yaptığım projeler hep paralel gidiyor gibi hissediyorum. Sibel kendi bağımsızlığını, gücünü kendi içinde bulan ve bu durumu ile çok insana ilham verebilecek bir karakter. Gerek set döneminde olsun, gerekse film seyirciyle buluşmaya başladıktan sonra; beni de hiç tahmin etmediğim yönlerden geliştirdi.

 

Yeni projeniz “Tezgah” merakla bekleniyor. Hatta bir imaj değişikliği yapmıştınız ve oldukça güzel tepkiler verilmişti. “Tezgah” ve karakteriniz ile ilgili biraz bilgi verir misiniz?

Tezgah; Erkan Kolçak Köstendil’in yazdığı, 2017 yılında sahnelenen bir tiyatro oyunu. Gerçek zamanlı ve tek mekânda ünlü bir şarkıcı, oyuncu ve yazar arasında geçen bir hikâye. Temposu yüksek, tuhaf, karanlık, sürprizlerle dolu bir komedi bekliyor seyirciyi. Rıza Kocaoğlu, ben, Erkan ve Şinasi Yerlikaya oynuyoruz. Erkan ve Kadir Çermik birlikte yönettiler. Kadir, Rıza ve ben aynı zamanda filmin ortak yapımcılarıyız. Hazırlık ve çekim süreci enteresan bir tecrübeydi. Yirmi gün prova alıp filmin tamamını üç gecede çektik. Hazırlık süreci bir tiyatro oyunundan farksızdı. Hepimiz çok eski arkadaşız. O yüzden tüm süreç okula dönmek gibiydi. Tüm ekip yeniliğe çok açık, birbirini de çok iyi tanıyan bir ekip. Konusuyla ilgili de şunu söyleyebilirim; “ünlülerin cinayetle sonlanan aşk üçgeni”… ama öyle mi acaba?

 

Bir yeni filminiz daha bulunuyor: “Seni Bıraktığım Yerdeyim”. Konusundan da biraz bahsederek, çekimlerin nasıl geçtiğini anlatır mısınız?

“Seni Bıraktığım Yerdeyim”in senaristi ve yönetmeni Ümran Safter. Kardeşinin intiharı üzerine cenazeyi defnetmek için memleketine yolculuğa çıkan genç bir kadının hikâyesi. Bu yolculukta yanında abisi, kardeşinin yakın bir arkadaşı ve uzun zamandır görüşmediği eniştesi var. Aynı kayıp üzerinden kuşak çatışmalarını, aile bile olsak aynı duyguda ne kadar birleşebiliyoruz ya da ayrışıyoruz; bunları sorgulayan bir film. Eylül ayında İzmir’de çekimleri bitirdik. Post prodüksiyon dönemi bitti, şimdi festival yolculuğu başlayacak. Filmin aynı zamanda ortak yapımcısıyım. Sadece oyuncu olarak değil de sinemanın farklı alanlarından da tüm süreçlere dâhil olmak bana çok iyi geliyor.

 

Yeni sürprizleriniz var mı?

Var. Adı üstünde sürpriz!

 

Kısa bir müzik eğitimi geçmişiniz var. Konservatuara müzik ile başlamıştınız. Yer aldığınız yapımlarda şarkı söylediğiniz de oldu. Peki, şimdi müzik, hayatınızın neresinde?

Müzik hayatım okullara girip, bitirmeden bırakmakla geçti. Bu konuda çok istikrarlı bir öğrenci hiçbir zaman olamadım. İlkokuldayken Mimar Sinan Devlet Konservatuarında yarı zamanlı olarak, önce keman sonra piyano okudum. Zaten o dönem, çevremdeki herkese daha o yaşta, “Ben aslında tiyatro okumak istiyorum ama konservatuarda tiyatro eğitimi sadece üniversitede olduğu için müzik okuyorum.” diyordum. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Konservatuarı yarı zamanlı Müzikal Bölümü’nün sınavlarına girdim, kazandım, ilk sene sonunda onu da bıraktım; ama müzikle ilişkim hiç kopmadı. Kendi kendime özel şan derslerine devam ettim. Hâlâ kemanım ve piyanom var. Evde kendime ve bazen arkadaşlarıma çalıyorum. İçinde müzik barındıran projeler geldiğinde çok mutlu oluyorum. Bence sanat böyle bir şey. Sanatçı kelimelerle anlatamadığı duyguları anlatmak, ifade etmek için yeni bir alfabe yaratıyor; notalarla konuşuyor, tuvale boyalar sürüyor, taş oyuyor. Müzik de benim için biraz böyle bir şey. Hayatımda hep olmaya devam edecek. Dönemine göre profesyonel olarak ya da özel hayatımda hep benimle.

Dinlemeyi ve söylemeyi daha çok tercih ettiğiniz müzik türü nedir?

İnanın her tür müziği dinliyorum. Çalma listelerimin kafası çok karışık. Kaotik bir ahenk içinde. Klasik müzik, caz parçaları arka arkayayken bir anda arabesk, funk bir şarkıyla karşılaşabiliyorsunuz. Söylerken ise en keyif aldığım tür caz.

 

Geçmişi düşününce, hayata bakış açınızda ne gibi değişiklikler oldu?

Artık daha sabırlıyım, bazı hırslarım törpülendi. Kendime, insanlara, hayata karşı daha affediciyim. Normalde asla kabullenemeyeceğim hataları daha şefkatle karşılayabiliyorum artık. Kendimi eskisi kadar dövmüyorum, olandan olduğu haliyle memnunum. Pandemi döneminden sonra ailemle, yakın arkadaşlarımla ilişkilerim bir seviye atladı sanki. Daha derin bir yerden bağ kurduğumu hissediyorum. Bu da büyümüş gibi hissettiriyor insana. Eskiden kendimi dışa dönük sanırdım, tam bir içe dönük olduğumu fark ettim. İnsan kendisiyle kaliteli zaman geçirmeyi öğrendiğinde, sevdikleriyle de daha verimli zaman geçirebiliyor.

 

Stresli bir günün ya da yoğun geçen bir projenin ardından kendinizi nasıl rahatlatıyorsunuz?

Mutlaka mumlarımı yakarım eve gelince. Güzel bir tütsü, mümkünse vanilya, sandal.

Bazen hakikaten o kadar yoruluyorsunuz, o kadar sosyal angajmana maruz kalıyorsunuz ki meslekte, yoğun bir iş gününün ardından eve gelince yapmak istediğim tek şey durmak oluyor. Üç senedir düzenli meditasyon yapıyorum. Çok stresli bir günse mutlaka telefondan, televizyondan, ekranlardan uzak tutmaya çalışıyorum kendimi. Psikoloji yayınları okumayı çok seviyorum. Kitap okumak, uzun bir banyo, sakin bir akşamüstü yürüyüşü, bunların hepsi bana çok iyi gelen şeyler.

 

Sık sık kitap paylaşımları yapıyorsunuz. Özellikle sevdiğiniz bir tür var mı?

Son yıllarda kurmacadan çok, belli konulardaki teori kitaplarını okumaya başladığımı fark ettim. Araya yine romanlar da atıyorum altı ayda bir ama en çok ilgimi çeken kitaplar psikoloji üzerine, yazarlık, hikâye anlatıcılığı üzerine olan kitaplar.

 

Kimisi altını çizer, kimisi tarihi eser gibi narince dokunur; siz kitapları nasıl okursunuz?

Altını çizerim, yanına notlar alırım, bir sürü kitap ayracı koyarım. Yani o kitap ben okuduktan sonra, kullanılmaktan kalınlaşır genelde. Çok insan bu yaptığımı eleştiriyor, biliyorum; ama ben bu şekilde keyif alıyorum kitap okumaktan. O zaman bir çeşit muhabbete dönüyor bende kitap okumak. Hem bir yandan da on yıl sonra, çizdiğiniz yerlere, aldığınız notlara bakarken kendinizle ilgili bambaşka bir farkındalığa açıyor sizi bu alışkanlık. Bir dönem “post-it”ler aldım, başka yöntemler bulmaya çalıştım ama yok, o kitap benimse altı çizilecek, her yanı not olacak, yapacak bir şey yok.

 

Son olarak; aşkı nasıl tanımlarsınız ve aşk, hayatınızın neresinde?

Aşk, hayatın yakıtı. Her anlamda, her alanda. İnsanı harekete geçiren büyük bir güç. İkili ilişkilerde dostluğun, aşkı sevgiye dönüştürebilmenin, her gün ilişkiyi canlı tutmayı seçmenin ve bunun için arkadaşlıklardaki gibi emek göstermenin daha önemli olduğunu düşünüyorum. Aşk her şeyin yanında kocaman bir hediye.

 

RÖPORTAJ: GÖZDE YILMAZ
FOTOĞRAF: KAAN TÜRKER
STYLING: SEDA SOLMAZ
SAÇ: ATAKAN GELİSLİ
MAKYAJ: ERKAN ULUÇ
MEKÂN: SOFITAL ISTANBUL TAKSİM

 

 

Yazar Hakkında /

2003 yılından bu yana, hedef kitlesi AB ve A+ olarak belirlenmiş bir çok baskı, web, pr, organizasyon işinde başarılı projelere imza atmış olan MAG hayatın her alanında en iyi olmayı hedefleyen, sosyo-ekonomik seviyesi yüksek, özel zevkleri olan ve hobileriyle yaşamını renklendiren, sosyal sorumluluklarının bilincinde olan, belirli kesimden kabul ettiği müşterilerine yıllardır sağlamış olduğu yüksek başarı grafiği ile doğru planlanmış bir büyüme ile sektöründeki hayatına devam etmektedir.

Yorum Bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.