© Copyright 2018 Mag Medya
Başa Dön

Lara Bayer: 18. İstanbul Bienali

Lara Bayer: 18. İstanbul Bienali

İstanbul’da yağmurlu bir akşamüstünde bienali gezmek için yola çıktım. İstanbul… Uygarlıkların ve imparatorlukların katmanlaştığı bir şehirdi. Bizans’ın ve Osmanlı’nın eski başkentinde sıkışık apartman blokları, sahil yürüyüş yolları, iki yakayı birbirine bağlayan vapurlar ve çağdaş galeriler yan yanaydı.

 

Bu geçmiş ve bugünün birlikteliği, bienalin şehirde üstlendiği rolü daha da önemli kılıyordu: Bugünün dünyasına doğrudan yanıt veren eserlerle sanatçıları ve izleyicileri buluşturuyor.

 

İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen İstanbul Bienali, 1987’den beri çağdaş sanat alanında diyaloğu güçlendirmeyi amaçlıyor. Diğer büyük bienaller gibi ulusal pavyon modelini takip etmek yerine, sanatçıların güncel konulara dair özgün yaklaşımlarını öne çıkarıyor. Sergiler, performanslar, konuşmalar ve kamusal programlarla sanatçıları ve izleyicileri bir araya getiriyor ve Türkiye’nin ötesine uzanan küresel ağı canlı tutuyor.

 

Bu yılki edisyonun küratörlüğünü Beyrutlu Christine Tohmé üstlenmiş. Tohmé, 18. İstanbul Bienali için “Üç Ayaklı Kedi” başlığını seçmiş. Üç ayaklı kedi, sarsıntılı bir dünyada ayakta kalmanın ve farklı yollardan ilerlemenin bir metaforu olarak seçilmiş. Bienal, üç yıla yayılan bir kurguyla ilerleyecekmiş: 2025’te sergiler ve performanslar, 2026’da sanatçılar ve kültür kurumlarıyla birlikte geliştirilen ortak programlar, 2027’de ise kapanış sergileri. Tohmé’nin yazdığı gibi, kriz ve imkânlar arasında denge ararken, üç ayaklı bir kedinin zemini yoklayışıyla aynı hâli paylaşıyoruz.

 

Ben de Beyoğlu ve Karaköy’de ziyaret edebildiğim mekânlar üzerinden bienali keşfetmeye başladım. Yağmur, deneyimin bir parçası hâline geldi; her mekân geçici bir sığınak gibiydi.

İlk durağım Meclis i Mebusan 35’ti. İçeride, Pilar Quinteros’un “İşçi Sınıfı” adlı karton heykeliyle karşılaştım. Bir zamanlar Tophane Parkı’nda yer alan işçi anıtının unutulan anısını yeniden canlandırıyordu. Kırılgan karton, aynalı yüzey üzerinde asılı duruyordu. Orijinal anıtın tahrip edilip kaldırıldığı biliniyor. Quinteros da bu anıyı, kırılgan bir malzemeyle yeniden kurmuştu.

 

Oradan Karaköy’e yürüdüm; yağmur tramvay raylarının arasında birikiyor, binaların arasından Boğaz bir kaybolup bir beliriyordu. Zihni Han’da, Ian Davis’in ilk bakışta sıradan görünen ama yakından bakınca huzursuzluk uyandıran resimleriyle dolu bir odaya girdim. Sahnelerde yoğun bir çalışma temposu ve baskı altında süren yaşamlar görülüyordu; örneğin sürekli hareket hâlindeki garsonlar ve dev yapılar arasında kaybolan işçi figürleri gibi. Bu resimler bana, insanları belirli bir düzen içinde çalışmaya mecbur bırakan sistemleri düşündürmüştü. Üst kattaki pencerelerden limanda yürüyen insanları görmek, tüm bunların şehrin günlük yaşamıyla doğrudan bağını hissettirdi.

 

Az ileride, Galeri 77’de duvarların ve eserlerin derin bir kırmızıya büründüğü bir odaya girdim. “Yamyamlık Paradoksu” başlıklı bu panolarda Mona Marzouk, mekanik yapılar ile hayvan formlarını bir araya getiren varlıklar yaratmıştı. Odanın tüm duvarlarına yayılan bu formlar bana hem arkeolojik izleri hem de makinelerin iç yapısını çağrıştırmıştı. Marzouk, insanlar ve kuşlar arasındaki ilişkilere; evcilleştirme, koruma ve sınır koyma temalarıyla yaklaşmış.

 

Muradiye Han’da Ana Alenso’nun endüstriyel borular ve madencilik malzemeleriyle kurduğu mekanik düzenek dikkat çekiciydi. Doğal kaynak çıkarımının bedellerini bedensel, çevresel ve politik boyutlarıyla hissettirdi. Kurulan yapı, sınırlarına dayanmış bir sisteme benziyordu. Dünyanın kaynaklarının da aynı baskı altında ezildiğini düşünmemek zordu.

 

Ziyaret ettiğim mekânların en akılda kalıcılarından biri Karaköy’deki St. Benoît Kilisesi’ydi. Kuruluşu 15. yüzyıla uzanan bu kilisenin içinde, Ecem Dilan Köse’nin Kuzey ve Güney Kore sınırına dair gözlemlerinden yola çıkan “İnsanlık & Sınırlar” adlı video yerleştirmesi yer alıyordu. Yansıyan görüntüler, sunak kısmından başlayıp taş duvarlara doğru akıyordu. Köse bu eserle, yüzyıllardır ibadete ve birlikteliğe tanıklık eden bu kutsal alana uzak bir jeopolitik gerilimi fiziksel biçimde taşıyordu.

 

Islak Beyoğlu sokaklarından dönerken, bu bienale adını veren üç ayaklı kediyi düşündüm; sendelediği anlarda bile ilerlemenin bir yolunu bulan bir canlı. İstanbul’daki sanatçılar da benzer bir denge arayışını işliyordu; zemin sallansa bile yeni geleceklere bakma gücü.

 

Son mekândan ayrılırken yağmur hafiflemişti. Caddeler yine kalabalıklaşmış, insanların kimi montunun düğmesini yarım iliklemiş, kimi artık gerek duymadığı şemsiyeyi elinde taşıyordu. Denizin kokusu yeniden havaya karışmıştı. İstanbul’da yine her zamanki gibi hayat akmaya devam ediyordu.

 

18th Istanbul Biennial

On a rainy evening in Istanbul, I set out to explore the Biennial. Istanbul… a city layered with civilizations and empires. In the former capitals of Byzantium and the Ottomans, dense apartment blocks, waterfront promenades, ferries connecting the two sides of the city, and contemporary galleries sit side by side. This coexistence between past and present gives the Biennial a particular role in the city, bringing artists and audiences together through works that respond directly to the world we live in.

Organized by the Istanbul Foundation for Culture and Arts, the Biennial has been strengthening dialogue through contemporary art since 1987. Rather than adopting a national pavilion model like other major biennials, it highlights artists’ unique approaches to urgent issues. Through exhibitions, performances, talks, and public programs, it brings artists and audiences into shared spaces and keeps an international network alive well beyond Türkiye.

This year’s edition has been curated by Beirut-based curator Christine Tohmé. Tohmé selected “Three-Legged Cat” as the title of the 18th Istanbul Biennial. The three-legged cat was chosen as a metaphor for staying on one’s feet and finding different ways to move forward in a destabilized world. The Biennial is planned to unfold over three years: exhibitions and performances in 2025, collaborative programs developed with artists and cultural institutions in 2026, and final exhibitions in 2027. As Tohmé writes, while searching for balance between crisis and possibility, we are said to share the same state as a three-legged cat carefully testing the ground beneath it.

I began exploring the Biennial through the venues I managed to visit in Beyoğlu and Karaköy. The rain became part of the experience; every interior space felt like a temporary shelter.

My first stop was Meclis-i Mebusan 35. Inside, I encountered Pilar Quinteros’ “Working Class,” a cardboard sculpture suspended above a mirrored surface. It revives the forgotten memory of a worker monument that once stood in Tophane Park. The original sculpture had been repeatedly vandalized and eventually removed. Quinteros rebuilt this memory, ironically using a fragile material like cardboard.

From there, I walked toward Karaköy; rain pooled between the tram tracks, and the Bosphorus appeared and disappeared between buildings. At Zihni Han, I stepped into a room filled with paintings by Ian Davis that seemed ordinary at first glance but became unsettling up close. The scenes depicted intense labor and lives under pressure, rows of constantly moving waiters, workers lost among massive structures. These paintings made me think about the systems that force people to move in coordinated, mechanical ways. Seeing people walking along the waterfront through the upper floor windows made it clear how closely these scenes relate to everyday life in the city.

A short walk away, at Galeri 77, I entered a room where the walls and works were deep red. In these panels titled “The Cannibal Paradox,” Mona Marzouk created beings that merge mechanical structures with animal forms. Covering the entire room, they evoked both archaeological fragments and the internal structures of machines. Marzouk approaches relationships between humans and birds through themes of domestication, care, and control.

At Muradiye Han, Ana Alenso’s machinery constructed from industrial tubes and mining materials was striking. It made the bodily, environmental, and political costs of resource extraction strongly felt. The structure looked like a system pushed to its limits; it was impossible not to think of the earth under the same strain.

One of the most memorable venues I visited was St. Benoît Church in Karaköy. Inside this 14th-century church, Ecem Dilan Köse presented “Humanity & Borders,” a video installation inspired by her observations of the border between North and South Korea. The projection flowed down from the altar area onto the stone walls, carrying a distant geopolitical tension into a sacred space shaped by centuries of gathering and worship.

As I made my way back through the wet streets of Beyoğlu, I thought of the three-legged cat that gives this Biennial its name: a creature that finds a way to keep moving forward even when it stumbles. Artists across Istanbul seemed to be searching for that same balance, the strength to imagine new futures even when the ground feels unsteady.

By the time I left my last venue, the rain had begun to lighten. The streets were busy again, jackets half-buttoned, umbrellas carried loosely in hand. The air smelled like the sea again. Istanbul felt, as always, like a city that has survived everything and continues to move forward.

Yazar Hakkında /

New York’ta Sotheby’s Institute of Art’ta Art Business Master’ını tamlamlayan Lara Bayer, şu an New York’ta yaşayan bir küratör ve sanat danışmanıdır. Aktif olarak dünyadaki tüm sanat etkinliklerini takip etmekte, New York’ta ve Türkiye’de sanatçılar, galeriler ve koleksiyonerler arasında sanat etkinlikleri düzenleyerek sanatı dünyada daha erişebilir hale getirmeyi hedeflemektedir.

Yorum Bırakın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.