Back to Basics
Nisan ayının son günleri, İstanbul’u erguvanlar basmış, leylaklar bahçelerden yollara taşmış, boğazın etrafını mis kokulu mor
danteller misali sarıp sarmalamış, ben doğanın güzelliğinden sarhoş olmuş vaziyette oturuyorum Emirgan’da…
Akşamüstü, etraf sakin, ara ara parkta oynayan çocukların su sesi gibi kahkahaları yükseliyor. İlerde yeşilin zümrütüne dönmüş ağaçların arasından deniz görünüyor ve çok güzel bir yelkenli… Ayaklarımın dibinde sarı, beyaz, kırmızı öbek öbek laleler, derin bir nefes alıp kendime gelmeye çalışıyorum. Doğanın güzelliği beni büyülemiş çünkü. Orada manzaranın tadını çıkarmak varken ani bir dürtüyle elim çantama gidiyor ve cep telefonumu çıkarıp kontrol ediyorum. Genellikle oğlum yanımda olmadığında yaptığım bu hareket belli ki artık otomasyona dönüşmüş. Acil bir arama gelirse duyamam mantığıyla telefonumu yanı başımdan uzaklaştırmaz duruma gelmişim, neredeyse ona karşı bir sorumluluk hisseder gibiyim. İşte o noktada kendime kızmaya başlıyorum.
Bugüne kadar kabul etmek istemesem de görüyorum ki ben telefonuma bağımlı olmuşum. Bu durmaksızın konuşmak, sürekli birilerini aramak ya da aranmak anlamında da değil. Ama hayatı kolaylaştıran bir araç olması gerekirken fark ettirmeden hayatımızın bir parçası olmuş. Hayatımızın diyorum çünkü etrafa bakınca çoğumuzun bu konuda benden pek de farklı olmadığını düşünüyorum. Yalnızca kabul etmekte zorlanıyoruz.
Herhangi bir günde sokağa çıktığınızda gördüğünüz insanların en az yarısı cep telefonuyla konuşmuyor mu? Örneğin annemin en sinir olduğu şeylerden biri sofradan kalkıp telefonla konuşmaktır, hatta geçenlerde arkadaşlarıyla öğle yemeği yerken yan masada gördüğü iki kişinin, yemek boyu kendi telefonlarıyla konuştuğunu, yemekleri bitince de vedalaşıp ayrıldıklarını yani karşılıklı en fazla iki üç cümle edebildiklerini söyledi. Sanırım bu bana üstü kapalı bir uyarıydı.
Geçenlerde Demir’in okulundan enteresan bir ödev verildi. Çocuklar iki gün boyunca teknolojiden olabilecek en minimum düzeyde yararlanacak ama televizyon, bilgisayar, i-pad, nintendo vesaire tamamen yasak. Bu iki günün sonunda ne hissettiklerini yazacaklar ki ilerleyen teknolojinin getirdiği artı ve eksileri değerlendirme fırsatı bulabilsinler.
Çocukla geçirilen zamanın miktarı kadar kaliteli olmasının da önemli olduğuna inananlardanım. Bu sebepten çocuğuma nintendo, play-station veya i-pad gibi oyunlar oynayacağı bu tür elektronik aletler verme konusunda hep direndim. Bir çocuğun oyuncakları hayal gücünü geliştirir, kitapları küçük yaşta ufkunu açar, parklara gider doğayla iç içe olursa sağlıklı büyür, serpilir oysa gittiği her yere nintendosunu götüren çocuk robotlaşır tezinin savunucusu olmama rağmen ne demişler: “Büyük lokma ye ama sakın büyük konuşma!” Şu sıralar oğlum hiç bir şey bulamazsa benim telefonumdan oyun indiriyor, yemeğe çıktığımızda i-pad’ini elinden düşürmüyor, karşı çıktığımda da arkadaşlarını örnek gösteriyor.
Toplum olarak kimimiz internet, kimimiz telefon, kimimiz TV’lerde dizi bağımlısı olup çıktık. “Everything in moderation” yani “herşey dozunda” sözcükleri, sözkonusu teknoloji olunca pek işe yaramıyor. Etrafımızdaki doğal güzellikleri bile fark edemez olduk. Emirgan’da geçirdiğim o günden sonra kendi ruh ve beden sağlığım için doğada daha çok vakit geçirmeye karar verdim ama bunu hakkını vererek yapmak istiyorum yani bir elimde telefon, kulağımda i-pod’umla değil, sadece doğanın sesini dinleyerek ve en önemlisi de böylelikle kendi iç sesimi…
Son zamanlarda tüm dünyada severek izlenen dizi “Downtown Abbey” İngiliz kırsalının muhteşem doğasında birinci ve ikinci Dünya Savaşı sırasında geçiyor. Elektriğin ve telefonun en yeni dönemleri, insanlar telefon çaldığında yaklaşıp açmaya çekiniyor, zengin evlerde kristal avizeler boy boy sallanırken ev sahipleri zihinlerini ve gözlerini yorduğu gerekçesiyle yine de mum ışığını tercih ediyor.
İşin ilginç yanı günümüzdeki teknolojik imkanlardan çok uzakta olmalarına rağmen ya da oldukları için herkes daha huzurlu, daha yaratıcı, daha gerçek… Kim bilir daha karmaşık, daha heyecanlı ve entrikalarla dolu birçok dizi dururken, ağır tempolu, çoğunlukla yeşillikler içindeki tek bir evin içinde geçen Downton Abbey’nin dünyada bu denli tutulmasının sebebi o dönemlere duyulan özlemdir.
Benden Söylemesi
Akya’dan Öneriler
Görün
Karanlıkla ışığın buluştuğu yerde “Rembrandt ve Çağdaşları”
Tarih: 22 Şubat-10 Haziran
Yer: Sakıp Sabancı Müzesi, İstanbul
Salvador Dali resim sergisi
Tarih: 23 Mart-20 Mayıs
Yer: Cermodern, Ankara
Francisco de Goya’nın “Goya, zamanın tanığı, gravürler ve resimler” sergisi
Tarih: 20 Nisan-29 Temmuz
Yer: Pera Müzesi, İstanbul
Okuyun
Askerin Karısı-Margaret Leroy
Deneyin
Patiswiss’in çikolata kaplı lokumları gerçekten nefis, benim gibi çikolataya düşkünlerin dikkatine! Hele Türk kahvesinin yanında şahane.
www.sweettreats.com’un özel günler için ev yapımı pastaları ve süslemeleri nefis, çocuğunuzun doğum gününden bir hafta önce arayıp pastanın neli olmasını istediğinizi ve çocuğunuzun istediği temayı söylüyorsunuz, parti günü adresinize teslim ediliyor. Çocuğu alerjik bir anne olduğumdan hep araştırırım. Kullanılan malzemelerin hepsi kendi mutfağınızda seçtiğiniz türden.
Tıklayın
Decodeniquo.blogspot.com; yola dekorasyona dayalı eğlenceli değişim dönüşüm önerileriyle çıkılmış, özellikle öğrenci evleri için neşeli çözümler, aksesuar yapımına yönelik, yaratıcı genç kızlara ilham kaynağı olabilecek bir site. Ben çok eğlendim hele de bloggerın bizim keşfimiz BigBubbleBags’i kullanarak verdiği poz beni neşelendirdi..
www.fashionlista.com: Bu sitede çok eğleniyorum.
www.thezoereport.com: Rachel Zoe’un bu sitesini takip etmekten çok keyif alıyorum. Cilt bakım ürünlerinden modaya, sofra aksesuarlarına kadar birçok öneri bir arada…
[nggallery id=1227]