Emre Alkin: Buralara Nasıl Geldik?
Post-modern ve post-truth kavramlarının 1990’lardan sonra daha da şiddetlendiğini belirten Prof. Dr. Emre Alkin, yaşanan ekonomik çöküntüleri geçmişten itibaren ele alarak özetliyor.
Enflasyon, faiz, döviz, borsa, kripto para vs. derken şu an yaşadığımız sorunların sebebini araştırmaktan giderek uzaklaşıyoruz maalesef. Açıkçası benim bildiklerimi ve gördüklerimi 1965-1975 doğumluların önemli bir kısmı da duydu, şahit oldu. Öncekiler ve sonrakiler maalesef ya umursamadı ya da yaşamadı.
Yalın Alpay’ın “Post-Truth” yani safsata devrinin nasıl başladığı ve devam ettiğini anlatan kitabını daha geniş ayrıntı için öneriyorum. Ben kendi penceremden durumun özetini yapacağım. Haydi başlayalım:
Ekonomik gelişmeler konusunda kötü olanı iyi gösterme gayreti sadece son yirmi yılın uğraşı değil. Geriye dönüp baktığımızda 1950’lerden beri gerçeği süsleme ya da örtme konusunda oldukça fazla çalışma olmuş; ancak, ben 1970-1990 arasında gençliğini yaşayan kuşak olarak gayet iyi hatırlıyorum, hepimizin hayalleri vardı. Şimdiki gençlik adeta hayallerden arındırılmış bir halde. Bizim için hiçbir şey imkânsız değildi, bugün ise “imkânsızlık” zirve yapmış durumda. Bu durumun sadece ekonomiyle alakası yok.
İnançları, görüşleri ve beklentileri istismar ederek menfaat grubu kurmak, hatta kul hakkı yemek, geride bıraktığımız elli ila altmış yılın çarpıklığıdır, bunu unutmayalım. İnancının ya da inandıklarının gereğini yerine getiremediği için kendini itilmiş-kakılmış görenleri istismar eden kişi ya da gruplar her zaman vardı. Gayet iyi hatırlıyorum, 1990’larda bu kamplaşma üniversitelerden kışlaya, iş dünyasından yerel yönetimlere kadar yayılmıştı. Bunların arasında cumhuriyet trenine binmemiş veya binememiş, hatta binmek istememiş her görüşten grup mevcuttu. Birçok kişi buralarda kimlik arayışı ve aidiyet ihtiyacını giderdi. Bizim gibiler ise hiçbir yere ait olmayan “doğruyu savunan” kişiler olarak saygı gördü ama hiçbir zaman sevilmedi.
İlginçtir, “itilmiş-kakılmış” olduğunu iddia edenler gruplaşınca, bizim gibileri iki cephenin tam ortasına koydu. Böylelikle her grubun hedefi olduk. Biz “bilim” deyince bir taraf bizi “batıcı” diye hedef tahtası yaptı, “vicdan” dediğimizde de başka bir taraf bizi kıyasıya eleştirdi. Halbuki bilim ve vicdan bize en çok lazım olan öğelerdi. Geldiğimiz noktada hem bilimden hem de vicdandan o kadar uzağız ki, haklı çıkmış olmak hiç keyif vermiyor.
Özetle 1990’lardan itibaren daha da şiddetlenen post-modern ve post-truth yani safsata silsilesinin sonucunda, sınav sorularını çalmaktan gerçekleri eğip bükmeye, askerimizi polisimizi zayıflatma teşebbüslerinden finansal kurumların itibarını zedelemeye kadar birçok fenalığa şahitlik ettik. Bilim, tıp, sanat, spor, kültür, inanç, adalet, özgürlükler ve cumhuriyetin öz değerleri açık hedef haline geldi. Maalesef vatandaşlar konut, araba, tüketim, ucuz kredi vs. derken yaşanan kötülüklerin pek farkında olmadılar. Bu kötülüklerin zirve yaptığı yer 15 Temmuz’daki alçakça saldırı oldu. Ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
“Toz dumanda laf anlatmak imkânsız.”
Elbette, bu şartlar altında görev yapanlara bilimsel ya da vicdani tavsiyelerde bulunmaya kalkınca da, oldukça öfkeli karşılıklar aldık. Gerçekleri söylediğimiz platformlardan uzaklaştırıldık, hatta tehditler de aldık. Tüm bunları doğal karşılıyorum, içimde asla bir öfke taşımadığım gibi, doğru bildiğim yoldan sapmadığım için de mutluyum. Bu süreçte bize sahip çıkanlar oldu elbette. Bunu şahsımıza değil, “birileri de gerçekleri söylesin” diye yaptılar sanırım. Böylesi daha iyi zaten.
Acı gerçek şu: Sağ ya da sol, eğilimi ne olursa olsun bilim, vicdan, vatan, bayrak, insanlık, ahlak, adalet, özgürlük gibi kelimelerin içi boşalmasın ya da demagoji malzemesi haline gelmesin diye özen gösterenlerin hedef tahtası haline getirildiği bir yerde enflasyon, işsizlik, finansman maliyeti, ulusal paranın değeri, katma değer, insan kaynağının kalitesi konusunda istikrarlı bir süreç başlatmak mümkün olamaz. Sürekli güvenlikçi politikaların ve inşaatın konuşulduğu bir ülkede cinsiyete, hüviyete, hayat tarzına, hatta yaşa dayanan sert tartışmaların olması doğal sonuç. Görev başındayken şehit edilen doktorlar, avukatlar, öğretmenler, bürokratlar, askerler, polisler ve her kesimden çalışanların olması tüm bu anlattığım gelişmelerin hepimizi kahreden sonuçları maalesef.
Benim gibi düşünmediği için söylediği doğru sözü duymazlıktan gelenlerden olmadık çok şükür; ancak, bizim dinlediğimiz kadar kimse bizi dinlemiyor dostlar. Kendimi sürekli olarak kavga eden tarafların arasına girip “Durun yapmayın!” diyen kişilere benzetiyorum. Hengamede biz de nasibimizi alıyoruz bu şiddetten.
Daha da ileri götüreyim: Bir münakaşada, evladımız karşısında tanımadığımız bir kişinin haklı olduğunu anladığımızda, onun hakkını koruyanlardanız biz. Bize böyle öğretildi. Maalesef, bugün gerçeği söyleyen kim olursa olsun kimse dinlemiyor. Bırakın siyasi görüş, aile ya da vicdanı, sadece aynı fikirde olduğu için düşmanını bile doğruyu konuşanlar karşısında şuursuzca destekleyenler var. Bu toz dumanın içinde kimse doğru konuşanın lafını dinlemez. Sadece hoşuna giden ya da kavgaya motive edecek ne varsa onu dinler. Sakinleşene kadar hiçbir bilimsel, vicdani ya da pratik tavsiyenin dinleneceğini sanmıyorum. Tez zamanda sakinleşmemiz dileğiyle…