Yüzyıllık Çınar Nedret Ekşigil
Günümüz İstanbul’unda arka sokaklarda, kıyıdan uzaklaştıkça, tepelere doğru, dik yokuşlarda yapayalnız bekleyen yalnızca evler değildir.
O evlerin içinde nice yıllarını geride bırakmış, anıların girdabına kendini kaptırmış, yaşlı ve yalnız insanlarda vardır.
Nedret Ekşigil de bunlardan birisi. 102 yaşında, yaşayan bir çınar. Annesi Naciye Suman, ilk profesyonel Türk kadın fotoğrafçımız. Kardeşi heykeltıraş Prof. Nusret Suman. Çoğumuz onu çok değerli eserlerinden bir tanesi olan Ankara’daki ünlü “Hitit Güneşi Heykeli” ile hatırlar. Eşi Hidayet Bey, Atatürk’ün isteği üzerine Ankara Konservatuarı’nın müzik dalını kuran, bugünkü adıyla Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrasının ikinci kemanı.
Evin duvarları resimlerle dolu. Fikret Mualla var epeyce. Fikret Mualla, Nedret Hanım’ın Fransa’dan arkadaşı. Karşıki duvarı Nusret Suman’ın çalışmaları süslemiş. Bir iki de heykel zemindeki yerini çoktan almış. Ressam kızı Sevgi Divitçioğlu’nun çalışmaları da mevcut duvarlarda. Masanın üzerindeki birkaç siyah beyaz aile fotoğrafları geçmişten günümüze hüzün getiriyor sanki. Bir tek Nedret Hanım yaşıyor fotoğraf karesinde bulunanlardan. Gözleri yorulmuş Nedret Hanım’ın, insanları silüet biçimde gördüğünü söylüyor. Ama gönül gözü büyümüşte büyümüş. “İstediğim gibi bir hayat yaşadım.” diyerek söze başlıyor. Çoğu insan yaşamı için bu cümleleri söylemekte zorlansa da, Nedret Ekşigil’in kendisi yaşamı hakkındaki hükmü böyle. Ardından anılar sökün ediyor. Anılar Nedret Hanım’ın belleğinde anlamlarını yitirmemiş. Yaşanırken tılsımlarının farkına varmakta zorlandığı birçok şey, sohbetimiz sırasında belleğinden bir bir dışarı fırlıyor. Geçmiş zamanın içinden uzanan sevdikleri, kollarıyla sarıyor ortamı.
Bir sürü insan gelip geçmiş yaşamından. Annesini sorarak sohbete başlıyoruz. Asker bir aileden gelen Naciye Hanım, 22 yaşına geldiğinde, o zamanlar rütbesi yüzbaşı olan İsmail Hakkı Bey’le evlenir. Balkan Savaşı’nın sonuna gelindiğinde; Nusret, Fikret ve Nedret isminde üç çocuk dünyaya getirmiş, dördüncüsüne de dokuz aylık hamiledir. Osmanlı İmparatorluğu ise en zayıf dönemlerini yaşamaktadır. Avrupalının gözündeki “hasta adam”, Balkan Savaşları’nda ağır yenilgi alarak yaklaşık 500 sene idaresinde tuttuğu Rumeli’deki toprakları kaybedince, çileli bir dönem başlar. İsmail Hakkı Bey ve karnı burnundaki Naciye Hanım, her şeylerini orada bırakarak Anadolu’ya doğru göç edenler arasına katılır. İsmail Hakkı Bey eşini ve çocuklarını bir asker arkadaşına teslim ederek Viyana’ya sığınır. Naciye Hanım dördüncü çocuğunu Macaristan sınırında, trende doğurur. İstanbul’a geldiklerinde Beşiktaş Yıldız’daki Sait Paşa konağını tutarlar. İsmail Hakkı Bey ise Viyana’da kaldığı zaman zarfında fotoğrafçılığı öğrenir. Ailesinin yanına dönerken fotoğraf malzemelerini de beraberinde getirerek, konağın çatı katını adeta bir stüdyoya çevirir. İsmail Hakkı Bey’in fotoğraf merakı sayesinde, tüm aile fotoğrafçılığı kolayca benimser ve çatı katını keyifle vakit geçirdikleri bir alana dönüştürürler. Fakat İsmail Hakkı Bey, uzun süre İstanbul’da kalamaz. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, yeniden cepheden cepheye koşacaktır. Bu uzun savaş yılları, ülkenin erkekleri kadar, cephe gerisinde kalan kadınlarının da sırtına ağır yükler koyar. Kadınlar, o güne kadar erkeklerin payına düşen görevleri de üstlenmek durumunda kalırlar. Naciye Hanım’dan bunlardan biridir. Yoksullaşmaya başlamış, borç almış başını gitmiştir. Önce tek tek takılar satılır, sonra sıra eşyalar gelir. Bir gün Naciye hanımın canına tak eder ve başındaki eşarbını yere atarken haykırır. “ Ben insan değimliyim? Çalışamaz mıyım?”. İşte tam da bu olaydan bir gün sonra 37 yaşındaki bu genç kadın, İstanbul Yıldız’daki Sait Paşa Konağı’nın önüne yapacağı işin reklam levhasını asar: “Türk Hanımlar Fotoğrafhanesi- Naciye”. O tarihten sonra, cephede savaşan kimi askerler, mektuplarını, eşlerinin fotoğrafları iliştirilmiş olarak alırlar. Çünkü o dönemde erkek fotoğrafçılar karşısında peçelerini açmaları hoş karşılanmayan kadınlar, paşa kızı-asker eşi Naciye Hanım’ın karşısında rahatlıkla yüzlerini ve omuzlarını açıp, saçlarını dökerek poz verirler. Bilmezler ki fotoğrafları çatı arasında banyo eden savaş sırasında bir elinin dört parmağını kaybeden İsmail Hakkı Bey’dir. Bu bir sır olarak titizlikle çevreden saklanır.
Nedret Hanım, annesi kadar güçlü bir kişiliğe sahip. Konuşmasından, konulara vurgusundan belli. Ama sohbette konu Nusret Suman’a gelince hüzün çöküyor ortama. “Öldürdüler onu” derken, haykırışını “Cahil bir çocuk onu katletti” cümlesi tamamlıyor.
1978 yılının Ağustos ayında Hitit Heykeli’nin açılışından bir hafta önce son kontrolleri yapmak için Ankara’ya yola çıkan Nusret Suman, İzmit yakınlarında trafik kazası geçirir ve ölür. Bir gün sonraki gazetelerin üçüncü sayfalarında aşağıdaki küçücük haber yerini almıştır:
“İzmit yakınlarında meydana gelen kazada kimliği belirlenemeyen bir kişi öldü. İstanbul’dan Ankara istikametine gitmekte olan kırmızı renkli Voswagen marka otomobil bilinmeyen bir nedenden dolayı İzmit yakınlarında şarampole yuvarlandı”.
Günlük yaşam hayhuyları arasında dikkatimizi bile çekmeyen sıradan bir haberdir bu. Üzerinde kimlik bulunmayan bu kişinin daha sonra yakınlarının araması sonucu Sıhhiye’deki Hitit Güneşi’ni yapan heykeltraş Prof. Dr. Nusret Suman olduğu ortaya çıkar. Anıtkabir’deki Barış Kulesi’nin iç duvarında bulunan kabartmaların mimarı, Bingöl’deki, Sivas’taki, Bodrum’daki Atatürk Heykeli’nin heykeltıraşı, 1933’de kurulan D grubunun üyesi, 1969 yılında profesör unvanını alan ilk heykeltıraş alan Nusret Suman.
Anılar sökün etti mi önüne geçilmez. Cumhuriyetin yeni kurulduğu yıllar… Ankara, Atatürk’ün gözünde bir başka güzel. Herkes Ankara’ya çorak, kuru toprak olarak bakarken, bir tek Atatürk Ankara’yı çağdaş Başkent yapabilme peşindedir. İşte Olgunlaşma Enstitüsü o yıllarda çok revaçta. Nedret Hanım ve dönemin ileri gelenlerinin eşleri akşam kurslarına gitmektedirler. Nedret Hanım ilgi duyduğu terzilik mesleğine böylece başlar. Kızları Sevgi’nin dünyaya geldiği yıllarda Ankara’da terzihane açar ve kısa sürede Ankara’nın en tanınan terzileri arasında yer alır. 1949’da İstanbul’a dönen Ekşigil’in ünü, artarak devam eder. İstiklal Caddesi’nde Mısır Han’daki bu terzihane döneminin bütün ünlü kişiliklerinin uğrak mekanı olur. Yazar, çizer, sanatçı, şarkıcı tanınmış birçok ünlü şahsiyet, Nedret Hanım’ın Terzihanesi’nde buluşur.
Yüzyıllık bir çınar bulup da Atatürk konuşmamak olur mu? Atatürk’ü soruyorum, gözleri mavi lideri. “Atatürk, ah Atatürk” derken sesi titriyor. “O gelince yüzüme ateş basar, odadan kaçardım. O benim için yalnızca bir insan değil, geleceğimin kurtarıcısı, bir ilahi güçtü “ diyor. Mavi gözlerine bakamazdım, hiç insan karşısındaki bu kadar etkileyici insanın gözüne bakabilir mi? Derken o yıllara dönüyor. Bu arada Atatürk’ün en büyük hayalinin bir enstrüman çalmak olduğunu orada öğreniyorum. O Atatürk’ün ölümsüzlüğüne, devrimlerin süreceğine inanmış biri.
Aşk diyorum. Yüzyıllardır üzerine nice yazılar yazılan, hala tanımlanamamış kavramı soruyorum. Elimi tutuyor: “Aşk var mı?” diyor.
Sohbet güzel. Saat çoktan gece yarısını geçmiş. Nedret Hanım’ın dinlenmesi gerekli. Anılar onu dinç tutsa da yorulduğunun farkındayım. Evden dışarı çıktığımda yürümek istedim. Gecenin ikisinde İstinye’de yokuş aşağı inerken İstanbul, karşıda bakan gözler için hayal meyal seçilen mor ve eflatun bir çizgidir karşımda. Karşımda Boğaz, ay ışığına sarınmış, hülyalı bir dinginlik içindeydi. Hani geçmişte bir söz vardır; Ay dedeye misafir olmak. Artık kimse kullanmıyor bu deyimi. Geceleyin eve dönmemek, açıkta kalmak anlamına geliyor. Canım, ay dedeye misafir olmak istiyor bu gece. Sokaklarda yürümek, konuştuklarımızı düşünmek, bunları yaparken de Nedret Ekşigil’i geç tanımanın üzüntüsünü yaşamak istiyorum.