Türk Gibi Resim Yapan İsmail Acar
İsmail Acar, dünyaca meşhur ressam sanatçımız. Çocukluğundan beri resim yapmak onun için en büyük mutluluk. Üniversitede okurken çalışmaya başlamış ve şu an hem dünyamızda hem ülkemiz Türkiye’de çok özel mekanlarda, pek çok tanınmış insanın evinde onun tabloları duvarları süslüyor. Dahilerin ve evrenselliğin burcu olan kova burcuna mensup. Bütün hayatı sabahtan akşama kadar çalışmak üzerine kurulu. Kendi deyişiyle Türk gibi resim yapıyor. Her serisinin temasını oluşturmak, aşağı yukarı 4-5 yıllık bir birikim ve gözlem sürecinin üzerine kurulu.
Dünyanın her köşesine yaptığı seyahatlerinde gittiği yere ait ne varsa dönüşte yanında getiren İsmail Acar’la onun atölyesinde buluştuk. Her köşesini bana tek tek gezdirdi. Her yer yeni yapılmış eserleriyle dolu. Kırmızı odaya girdiğimde ürperdim. Bana gerçekten çok etkileyici bir sunumla çok enteresan bitkilerden oluşan bir karışımla çay hazırladı ve daha önce görmediğim çok uzaklardan getirilmiş nefis lezzetler ikram etti.
Dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in atölyesine gelerek “bu benim hocam” dediği Mevlana’nın dev bir resmini alması gibi eşi olmayan anıları var. Jack Nicholson’un, Kevin Costner’ın, Madonna’nın, kralların, başkanların ve daha nicelerinin evlerinde hep İsmail Acar’ın resimleri var.
Fransa’da satın aldığı şatosundaki tadilat çalışmalarıyla bizzat ilgileniyor. Şu sıra Rum Patriği Bartelemous’un da ziyaret ettiği Love of İslam adlı sergisi başlayan sanatçımız bu ismin nasıl doğduğunu ve İslam kelimesinin terörle eşdeş olarak algılanmasından ötürü duyduğu üzüntüsünü dile getirdi. Dünyayı dolaşacak olan bu sergiyle insanların İslam’a olan bu yanlış bakış açısını değiştirmek gibi bir misyon üstlendiğini ve bunların tüm oluşum sürecini de okuyacağınız bu röportajımda İsmail Acar’la her daim sergilediği o sarsılmaz nötr ve sakin duruşuyla çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik.
Kendi geliştirdiği bir teknikle, “Love of İslam” sergisiyle dünyada ilk kez görme engelli insanlar da resim sanatına kavuşacak. Tüm bu başarıların ardında son derece mütevazı bir kişilik var. Şaşaadan, kameralardan, ilgiden uzak duruyor ve o hep kendi deyişiyle elinden gelenin en iyisini yapma sorumluluğu olan, bir görevli, bir hizmetkar, bir çalışan olduğunu düşünüyor sadece.
14 yıldır üzerinde çalıştığı kendisinin yöneteceği filmi için yaşanmış hikayeler biriktiriyor aynı zamanda. Bu film projesinden ilk kez bana bahsetti ve o filminin detaylarını anlattıkça ben kendimi nesiller, şehirler, ülkeler, yaşanmış olaylar, aşklar ve göçler içinde çok yoğun bir duygu seline kapılmış oradan oraya savrulurken buldum her hecesinde.
Yazımda İsmail Acar’a ait her şeyin bilgisini bulacaksınız. Hepimiz büyük gurur duyuyoruz sanatçımız İsmal Acar’la.
Kaç yaşından beri bu sanat var hayatında?
Kendimi bildim bileli resim çiziyorum. Küçücük yaşımdan beri beyaz sayfalara hep bir şeyler karalardım. Resim yaparak keyif alıyordum ve bunun bir meslek olduğunu bilmiyordum.
Büyüyünce böyle tüm dünyaca meşhur bir ressam olmak gibi bir hayalin var mıydı çocukken?
Çocukken yoktu. Sivas’ın Su Şehri’nden İstanbul’a psikoloji okumak için geldim. İstanbul Üniversitesi’ne girdim. İstanbul Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi olduğunu fark ettiğim an bir yıllık psikoloji eğitimimi kesip Güzel Sanatlar Fakültesi’ne girdim ve hayal kurma dönemi ancak o dönemden sonra başladı. Mimar Sinan’ın sınavları geçmişti, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar’ın sınavına girdim ve bitirdim. Orayı bitirdiğim anda bir dünya vizyonum oluştu. Resmi hobi olarak yapıp başka işlerden para kazanacağımı düşünüyordum. Resim yapmak mutlu olmak demekti benim için sadece. Üniversite yıllarında resimden para da kazanılacağını fark ettim. İşte hayallerim o dönem başladı.
Kendine örnek olarak aldığın biri oldu mu?
Türkiye’ de yurt içinde ve dışında sergiler yapan öyle biri yoktu o dönemler. İnsanların koşarak sergilere gittiği, resimlerin satıldığı bir dönem değildi. Model örnek yoktu yani önümde.
Üniversitede okurken nasıl bir hayatı vardı İsmail Acar’ın?
Ben okurken bir taraftan da çalışmak zorundaydım hep. Her yerde resimler yapıyordum. Rahmetli Vitali Hakko’dan, Ayşegül Nadir’e, Club 29’lar vardı o dönemde hepsinde duvar resimlerim vardır. O dönem güneyde oteller açılıyordu. Rahmetli Özal’ın zamanı, tüm o otellerin duvar ve tavanlarında resimlerim vardı. Okurken bu işleri de yapıyordum. Dört yıl okulu bitirdim ve üzerine 2 yıl master yaptım sonra doktoraya başlıyordum ama ona biraz devam edip bıraktım sonra.
Eğitimin bittikten sonraki süreç nasıl oldu?
İşlerime devam ettim hep ve sergilerim başladı. Daha çok yurt dışında projeler yapılıyordu. O dönemde Jack Nicholsın’ın evinde, Aspen’de, Vale’deki pek çok ünlünün evlerinde hep duvar resimlerim vardır. Türkiye’den ve yurt dışından projeler geliyordu, hepsini yapıyordum. Waldorf Astoria Oteli’ne resimler yaptım. Tüm Avrupa’da, Dubai’de, Rusya’da, Ukrayna, Kazakistan, İran, Çin, Hindistan, Avusturalya, tüm Arap Yarımadası’nda 200’e yakın sergi yaptım. Böyle bir süreç başladı.
Genel olarak senin resimlerini mi alıyorlar, kendi hayallerini mi çizdiriyorlar?
Yatırım için, koleksiyon için, dekorasyonları için benim çizdiklerimi alıyorlar genelde.
Eşimle resmimi yap diyen olmadı mı hiç?
Asım Kocabıyık’ın doğum günü için çalışanları onun resmini yaptırtmak istediler mesela.
Benim temam şudur diyebileceğin bir ana başlığın var mıdır?
Ben Türk gibi resim yaparım. Yaşanmışlıktan, folklordan, coğrafyadan, kültürden esinlenirim. Mesela yıllarca dolaşıyorsun her yerde ve devamlı kaftanlar görüyorsun. Çin’de, Hindistan’da, Japonya’da, Topkapı’da, Venedik’te… Bunları gördükten sonra birleştiriyorsun, 3-4 senelik birikim birleşiyor ve şekle dönüşüyor, büyük bir kurguyla ortaya çıkıyor. Mesela, ana tema Anadolu ise Anadolu’ya ait sofra, bereket kavramlarını natürmortla resmediyorsun. Nar serisi gibi. Önce 3-4 yıl bunlar kafanda birikiyor ve birleşip büyük bir kurguyla resme oturuyor. Sonra bir zaman hep bu tema devam ediyor.
Peki bu birikim ve kurgu için ne gerekiyor hayatında? Bol seyahat mi mesela?
Gözlem. Sadece Türkiye’de de kalsam sürekli bir gözlem lazım. Bir kaç yılın teması çıkıyor ortaya.
Bir resmi ne kadar zamanda bitiriyorsun?
Ortalama 1 haftayla, 1 aylık bir çalışma arasında ortaya çıkıyor.
Günlük yaşam ve çalışma rutinin nasıldır?
Sabah uyanır ve başlarım hemen. Erken saatte de olur, gece yarısı da olur hiç fark etmez, atölyede sürekli çalışırım. 60 küsur saat hiç ama hiç uyumadan çalıştığımı biliyorum mesela. Ama ertesi gün Ayasofya’daki bir sergiden sonra eve gidip saat 3 civarı yattım ve kalktım saat 6 olmuş. Çok uykusuzdum ve yorgun ama 3 saatlik uykudan sonra bu kadar dinç hissetmem garip geldi bana. Etrafıma ve televizyona baktım ve anladım ki 27 saat deliksiz uyumuşum farkında değilim. Gün geçmiş…
İstanbul’da kaç sergin oldu?
Kesin hatırlamıyorum ama 60’a yakındır.
Şu anda hangi sergin var ve adı nedir?
27 Şubat’a kadar devam edecek olan şu anki sergimin adı “Love of İslam”. Levent, Galeri İdil’de olacak.
“Love of İslam” serisi nasıl doğdu?
Yeni bir seri düşünüyordum İslam’la ilgili. Bu ismi biz Amerika’nın Riyad Büyükelçisi’nin eşiyle beraber koyduk. Libya’da Amerikan büyükelçisi öldürüldü ve biz bununla ilgili konuşmamızda “İslam’ın sadece teröre endeksli bir din olarak düşünüldüğü” konusu vardı. Mesela öldürülen bu büyükelçinin dünyaya yansıması, İslamcıların İslam için bir bombalama yapması, Afganistan’daki terör gibi… Dünya, İslam’ı hep terörle eşdeş olarak algılıyor. İskandinav ülkeleri, ABD, Kanada, tüm dünyanın yarısı böyle algılıyor, halbuki İslam bir din olduğu kadar bir kültür ve barışı da sembolize ediyor aslında. Bunu en güzel anlatmanın yolunun sanat eserleri olacağını düşündüm ben. Kendimce bir misyon yüklendim. Enteresanı “Love of İslam” teması sadece Türkiye için değil, Riyad, Londra, Tokyo vs. tüm dünyayı dolaşacak olan bir tema. Ben bu temayı karşı tarafta oluşan bu algıyı yıkmak için de kullanıyorum.
Tüm dünyayı etkileyecek bir sergi olacak bu…
Umarım. İstanbul’dan sonra New York, Londra, Dubai ve pek çok ülkeye gidecek. İçinde 50’ye yakın eser olacak. İçerik olarak yıllardır üzerinde çalıştığım bir temadır İslam. Türkler için İslam, bir din olmanın yanı sıra bir kültür de. Sanat üretimlerini İslam adı altında yapmışlar. Baktığın zaman Süleymaniye nedir, bir Türk ve İslam eseridir. Topkapı Sarayı dahil, külliyeler, hat, kaligraf, teship hep İslam ve Türk eserleridir. İslam’ı kültürel yoluyla anlatmak benim yola çıktığım ana mesaj.
Rum Patriği Bartelemous sergine geldi değil mi?
Çok enteresandı. Gelmiş, haber verdiler gittim. Böyle bir temayı Ortodoks aleminin en önemli insanı olan Bartelemous’un büyük bir ilgiyle izlemesi “Love of İslam” temasına büyük bir destek verdiğini gösterdi. Hatta çok yere gitmesi gerektiği, bu derece kendi alanında yüksek mevkide bulunan birinden böyle bir ilgi gelmesi önemlidir. Sergiyi gezdiler. Böyle bir temaya destek vermeleri, tamamen İslam’ın o barışçıl birleştirici ve sevgi boyutunu da açıklayacak bir durum.
Yurt içinde veya dışında sergine gelmiş başka bilinen isimler kimler var?
Çok sayıda insanla yan yana geliyorum. Devlet başkanları, yardımcıları, krallarla… Senin için örnek olarak mesela İstanbul’da Nato konferansı vardı Bush dönemiydi. ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in İstanbul’daki sergime gelip, üç metreye dört metre, dev bir Mevlana resmini alıp götürmesi ilginçti. Mevlana için “İşte bu benim hocam.” dedi alırken. Sergide satış yoktu atölyeye geldi ve aldı götürdü. İslam çok zengin bir kültür. ABD’de en çok satan kitaplar listesinde birinci sıraya çıktı Mevlana, belki de orada okudu ve tanıdı.
Başka kimlerde var eserlerin?
Pek çok insanda var. Adler için bir iş yaptım ve 500 eser yapıldı ve bunlar dünyadaki 500 kişiye gitti. Madonna’dan, Michael Jacson’a ve tüm başkanlara kadar herkese eserlerim gitti. Atölyeye gelip bizzat alanlar da var. Yunanistan Başkanı’ndan, Arjantin Cumhurbaşkanı’nın eşi… vs. değişik insanlar gelir. Kevin Costner geldi bir eser aldı.
Nerden duyup geliyorlar?
Pek çok yerden olabilir. Kaldığı otelin duvarında görmüş olabilir, birinden referans almıştır mutlaka. Les Ottoman Oteli’nde kalmışsa görmüştür bir eserimi mesela. Sonradan onların ülkelerine gittiğim zaman onlarla sosyal olarak görüşecek bir zamanım olmuyor çünkü çok yoğunum. 45 yaşına kadar bütün dünyayı gezmek istiyorum. Bazen sergi için bazen yanına ilave ettiğim destinasyonlarla sürekli seyahat ediyorum.
Nereleri görmedin mesela?
Güney Afrika, çok az Batı Afrika ve Güney Amerika’nın en güneyi dışında bir yer kalmadı.
Seyahat planlarını nasıl hazırlarsın?
Gittiğim yerin en hit otellerini ve çok yorulduğum için mutlaka mümkün olduğunca konforu seçiyorum. Gitmeden araştırma yapıp o yöreye ait mutlaka 9-10 önemli yeri ve şeyi belirliyorum.
En çok nerelerden etkilendin?
Japonya ve Çin, Doğu Asya, Vietnam, Kamboçya’dan. Kısaca en çok Asya’dan etkilendim. Yaşama bakış açısı, hayat, enerjisi ve tabiat, her şeyiyle total olarak Asya’dan.
Asya etkiledi mi eserlerini?
Hintli yaşlı kadın eserleri yapmıştım bir ara mesela… Meksika’da bir müzeye gitti onlar genelde.
Tüm dünyada tanınmak nasıl bir duygu?
Tüm Arap Kıtası’nda İsmail Acar’a bir marka olarak bakıyorlar. Rusya ve İtalya’da da. Bazı ülkelerde de sadece Türk bir sanatçı olarak biliniyorum. Bazı insanlar sadece tanışmak için geliyorlar. Üst düzey kraliyet eşrafından biliyorlar, almışlar ve tanışmak istiyorlar ayrıca. Etkilenmiyorum böyle şeylerden ben, hepsi normal insan benim için.
Kitaplarından bahseder misin bize lütfen…
Katalog boyutunda onlarca, kitap boyutunda iki tane kitabım var. Resimlerin temaları, hikayeleri ve resimlerle birlikte, onlar hakkında çıkan kritikler var içlerinde. Şimdi 20 yıldan beri bugüne kadarki İsmail Acar için bir kitap yazdım. Sergiden galeriden alınabilecek. Bu hafta içinde baskıya giriyor. Tüm eserlerden seçmeler olacak içinde.
Fransa Bordoeux’ta, Blay bölgesinde, üzüm bağları içinde Le Bedü adında bir şato satın aldın 5 yıl önce. Fransa’daki yaşamın nasıl gidiyor?
Kısmen tadilat devam ediyor. 300 dönüm arazi içinde birkaç binadan oluşuyor bu şato. 4-5 yıl içinde artık orada daha uzun yaşıyor olacağım ve hep çalışmaya devam edeceğim. Şatonun bağlarında da şarap üretimi var.
Çok programlı mıdır hayatın?
5 yıllık planlar yaptığım da olur, sabah kalkıp akşama karar verdiğim de olur.
Sanatın için kendini Tanrı’dan bir hediye almış gibi hissediyor musun?
Daha çok görevli gibi hissediyorum kendimi ben. Topluma, insanlığa, çevreme karşı çok yoğun sorumluluk duyduğum bir görev bu bence. Bu görev, yapabileceğinin en güzelini yapmak ve insanlara en güzelini sunmak görevi. Seçilmiştik değil bu. Kendimi seçilmiş değil, sadece çalışan hizmetli bir görevli gibi görüyorum. Bu konuda elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan biriyim sadece. En iyisini yapıyorum da demiyorum sadece yapmaya çalışıyorum ve bu mütevazılık değil normal bir hal. Bazı insanlar seçilmiş görebilirler kendilerini, gittikleri yerlerde ilgi isterler, kendilerini en önemli kategorisine koyarlar vs. Ben de ise böyle bir şey hiç olmadı. Ben hep bunu nasıl iyi yapabilirim, nasıl eksiksiz bitiririm derim. Amacım, yapabileceğimin en iyisi için çabalamaktır. Dolayısıyla ben bu süreçten mutlu oluyorum. Bu bana dinamizm katıyor. Bu süreç bitip de sergi açma zamanına gelince kendimi bir boşlukta hissediyorum çünkü görevim yok artık. Çünkü benim için sergi açmak bir görev değil, sürekli üretmek bir görev. Ve o zaman işte insanların karşısına çıkmak, bazen kameraların karşısına, soruların karşısına çıkmak zorunda kalıyorum ve diyorum ki bu ışıklar, bu olaylar, bu şan şöhret benim görevim değil.
Resmi bitirdiğin zaman hüzün duyuyor musun?
Bitince hemen yeni baştan başlıyorsun. Mesela bir resim yaptım bitti bir hüzün geliyor bana çünkü birden resmin PR’ını yapar konuma geliyorsun ve ait olmadığın bir ortama itiliyorsun mecburen. Bu itildiğim pozisyon beni mutlu etmiyor. Profesyonellik mecburiyetinden dolayı yapılması gereken bir durum bu sadece. İstiyorum ki ben orada olmayayım başkaları benim için yapsın bu bölümünü, görünmeyeyim. Sergi açan sanatçılar genelde sabahtan akşama orada oturur mesela. Ben sadece ilk açılışında gidiyorum ve hatta son yıllarda resimleri toplamaya dahi gitmiyorum.
“Love of İslam” dünyayı dolaşacak. Bir sonraki proje için aklında yeni fikirler biriktirmeye başladın mı?
Birçok şey var evet. Ama epey bir süre sadece Love of İslam. Burada başka bir durum daha var: Love of İslam’ı görme engelliler de gezmeye gelebiliyorlar.
Nasıl bir teknoloji bu?
Geliyor, resimlerin üzerinde yazılar var. Braille alfabesiyle yazılmış yazılar bunlar. Dokunarak resmin hikayesini okuyorlar, buradan sonra aynı düzlemde resim kabartma olarak var. Mesela, orada kırmızı bir elma yazıyor ve dokunarak bunu algılayabiliyor. Yurt dışındaki serginin tamamı böyle olacak mesela Braille İngilizce, Braille Almanca, Braille Arapça vs. var üstlerinde.
Nerden aklına geldi bu derece büyük bir fikir?
Düşündüm, çok düşündüm… Körler de resim görsün istedim ve bu yeni bir icat. Dünyada yok böyle bir şey. Onların bizim dünyamızdan bu kadar uzak olmaları, resim sanatı gibi bir sanata hiç dokunamamaları diye bir şey kalmadı bununla beraber artık.
Görme engelliler, müziği algılayabiliyorlar… Heykele, kuşama vs. dokunup algılayabiliyorlar. Ama resimde yoktu böyle bir şey. Artık İsmail Acar sayesinde resim sanatına da ulaşabilecekler. Anlatır mısın lütfen bunu bize.
Bunu yaparken 5 duyuyu kullanıyorum. Öncelikle müzik var. Müzikle o duygu anlatılıyor. Sonra dokunma var. Biçimler anlatılıyor. Sonra tat ve koku da var.
Koku ve tadı nasıl uyguladın?
Mesela beyaza beyaz resimler var, onun önünde damla sakızlı beyaz çikolata var. Beyaz temasını açıklamak için. Ve sufi müziği çalıyor.
Kırmızıda?
Karamelli, çilekli çikolata.
Bana sunduğun bu hiç görülmemiş yiyecekleri ve bu muhteşem çay sunumunu da öğrenmek istiyorum. Nedir bu hiç görülmemiş şeyler?
Burada Himalaya cevizi, kestanesi, Uzak Doğu cevizi, Küba fındığı, Japon eriği gibi yiyecekler var.
Gittiğin yerlerden değişik yiyecekleri de getiriyorsun, meraklısın değil mi yöresel yiyeceklere?
Evet, gittiğim ülkelerin müzelerini gezip kitaplarını aldığım kadar, yiyeceklerini de getiriyorum dönerken. Hatta çiçekler alıyorum. Gittiğim ülkeye ait olan her şeyi topluyorum.
Kaç kardeşsiniz?
3 kardeşiz. Biri New York’ta gazeteci, diğeri eviyle ilgileniyor.
Spor yapar mısın?
Ben yürüyüş dışında spor yapamıyorum şu sıra. Ama kızak federasyonunun kurucu üyesiyim 4-5 yıldır. Onlarla Avusturya’ya, İsviçre’ye bir kampa gideceğiz. Destekliyorum onları.
Kimin resmini yapmak istersin?
Bartelemous’un resmini yapmak isterdim.
Film yapmak gibi bir düşün var mı?
Senelerdir istiyorum bunu. Hayatın içinden, geçmiş ve geleceğe çok gidip gelen bir film. Yaşamında insani olarak yaşadığın dönemi enine boyuna geçmişini ve geleceğini anlatan bir şey bu.
Mesela; sen bana bir mekanda bir hikaye anlatıyorsun ve diyorsun ki bak burası 1890’lardaki bir Ermeni yerleşim yeri. Ve biz birden o tarihe geri dönüp senin anlattığın o hikayenin içine giriyoruz ve o olayı görmeye başlıyoruz. Bu hikayeler bilindik hikayeler değil. Sonra o hikayedeki kahramanın torununun torunuyla 2013’teki Los Angeles’ta Ermeni ve Türk karakterleri orda karşılaştırıyorsun. Kız onun evine gidince çerçevede bıyıklı bir adamın resmini görüp kendi evindeki dedesinin resmini hatırlıyor… Kendi ağızlarından kendi hikayelerini izliyoruz. Kendi izlerini ararken gündelik şeyleri izliyoruz, arkada Tarkan çalıyor, vapurlar geçiyor, onun babasına flash back yapılıyor ve 12 Eylül dönemini görüyoruz, onun babasına yapılırsa Irak savaşını görüyoruz, biri bir açıklama yapıyor…
Çağlar iç içe geçmiş şekilde işleniyor yani…
Çok enine boyuna bir şey bu. Keşke bu dönemde yaşasak deriz ama buradaki hikayesi, önerileri ve yüzleşmeleri olan bir durum. Toplumlar hiç yüzleşmiyorlar birbirleriyle. Mesela biz buradan giden Ermeniler’in evlerinde oturuyoruz ve bunu mili tarihte anlatıyoruz sadece. Ama bunun bir insani tarafı da var. İşin sadece siyasi ve politik açısı yok. Tarihi olayları insani boyutta anlatmak ta var. Bir adamın evlenip çocuk sahibi olması, çalışması gibi olaylarla tarih ve geçmiş sorgulanıyor. Göç sırasındaki bir Ermeni’yle bir Türkün aşk hikayesi var burada. Kızın göç etmesini istemeyen Türk aile saçlarını kesip erkek gibi saklıyorlar çocuğu. Bunların kuşaklar sonra torunları Amerika’dalar ve birbirlerine olan nefretlerini anlatıyorlar. İçinde her şey var, nefretlerini anlatırken barışıyorlar, önce kusup sonra rahatlıyorlar. Aşk hikayesi ve çok uzun bir şey aslında. Hikayeleri yazıldı bunun, değişik küçük küçük hikayeler var: Bir dede bir ağaca bir dal ekliyor ve ağacın bir dalında erik bir dalında kiraz var mesela, bal toplamaya çalışanlar, uçak geçince babasını düşünen bir çocuk… Bunların hepsi yaşanmış hikayeler. Sonunda hepsi bir yerde toplanıp bir kişinin hikayesine dönüşüyor ve bu kişi aslında ressamdır.
Kimin yönetmesini istersin bu filmi?
Kendim yapacağım bunu sanırım. Her kare bir resim gibi olacak bir resmin içinde dolaşır gibi… 52-53 yaşlarında gerçekleştireceğim bir projem bu. İç içe geçmiş hikayeler. Son anda “Aaa, bu o kişiymiş” denecek. Büyük bir ev, ortada leğenler bir kadın kanlar içinde… Uyanıyorsun her yer kıpkırmızı… Bir kadın doğum yapmış mesela. Her şey çok gerçek. Hayatın tam içindesin, o sırada havlayan köpek, ezan sesi… Ve şok edici kareler olacak.
Senin bu filminden çıkan insanlar hangi duygunun etkisinde olacaklar?
İşte hayat bu diyecekler. Oradaki dehşetle, Suriye’de ölen insanının hiç bir farkı yok, iki kişinin bir gece kulübünde vurulmasının dehşeti aynı. Hayattaki bu dehşet ve şiddeti biz normalleştirdik. Her gün televizyonda duyuyoruz 20 kişi öldü, 30 kişi öldü… Neler neler var hayatta ve biz bu şiddeti görmezden geliyoruz. Basit dediğimiz şeylerle kıymetli olanı ortaya çıkaracağız, oradan insani bir hikaye çıkaracağız, artık olmayanı, güzel olanı, tercih edeceğiz.
Mesela Cemil İpekçi çıkıyor “Ben aşıktım ve kendimi kayalardan aşağı attım.” diyor. Diyorsunuz ki; “Sen aşıksın sevdiğin insan da yanında, peki sen niye kendini kayalardan aşağı atıyorsun?”. Bu bir travma… Hepimiz bu yüzyılda bunu yaşıyoruz, kendisi televizyonda anlattı bunu. Bu travmalar, bu yüzyılın travmaları. Mesela, iki sevgili bir kafede oturuyorlar karşılıklı ve ellerinde cep telefonu devamlı başkalarına mesaj yazıyorlar. Oysa o kafeler insanların el ele tutuşup, göz göze bakması gereken bir yer. Bu da bir travmadır… Dört arkadaş oturuyor yanyana ama telefonla hepsi başkasına yazı yazıyor. Hadi buluşalım demişler, özlemişler birbirlerini ve yanyanalar orada ama başkalarına yazıyorlar. Bu da bir travma… Gündelik, bu tip travmaları da anlatacak bu film. Hayatın tam içinden olacak. İnsanların gerçeğini anlatacak. Kimsenin görmediği dergahlar da olacak, insanın içsel yolculuğu da olacak filmde. Süslemeler olacak. Viyana da bir müze dolaşılırken resimler, New York’ ta meydanda bir heykel de görülecek ve bu eserler hep o sanatçının eseri olacak. 14 yıldır kurguluyorum bu filmi ben… Göç var burada. Rum Atina’ ya, Ermeni Los Angeles’ a, Gürcü Sivas’ a, Boşnak İzmir’ e gitmiş, hepsi bir göç toplumu ve tüm bu göçmenler bir yerde toplanıyorlar… Yeni bir vatan arayanlar. Anka Kuşu’nun hikayesinden başlayacak bu film… Karışık, iç içe, gerçek hikayelerden sonra, son karede, bir ressamın hayatı çıkacak ortaya… Şu anda içinde bulunduğumuz bu bina ve yanımızdaki binalar bir müze olacak o zamana kadar ve bu filmden çıktıktan sonra gelip bu müzeyi de gezecek insanlar.
Röportaj: Sinem Yıldırım