Savaşın Acılarını Görebilmek
“Bir erkeğin ya da bir kadının vücudu olabilecek bir fotoğraf var karşımda…
Her tarafı yanmış, kapkara. Küçülmüş hatta. Beden o denli şeklini kaybedip bozulmuş ki, pekala bir insana ait olmadığını bile düşünebilir okuyucu.
Oysa bu kesinlikle ölmüş çocuk bedeniydi. Büyük bir olasılıkla bir bomba, binayı göçerterek harabeye çevirmişti.
Belki de çocuk korkudan odaya sığınmıştı. Tir tir titreyerek, korkulu gözlerle çevresini izliyordu. Sonrası ortada… Kadının biri sanırım annesi… Cesedin üzerine eğilmiş,
donuk, cansız bedeni kucaklamaya çalışıyor, ağlamaklı gözlerle…”
Sözcüklerin ağırlığını, fotoğrafın şokunu yaşıyorum. Bu aralar her sabah gazetelere göz atabilmek için bile insanda hatırı sayılır derecede bir metanet ve dayanıklılık gücü olması gerekir. İşte her şey önümde masa üstündeki fotoğrafta tüm çıplaklığıyla duruyor. Boy boy yayınlanan savaş fotoğraflarından bahsediyorum. Ürkütücü, rahatsız edici, sarsıcı. Savaşın yaptığı tahribatın görüntüsü hepsi. Sürekli aynı olguyu tekrarlıyor bu fotoğraflar; ölümü.
Artık savaşlar hepimizin oturma odalarında sükunet içinde seyredilip, dinlenen görüntü ve seslere dönüşmüş durumdadır. Her gün dünyanın dört bir köşesinde olup bitenleri anında biliyoruz. Gazetecilerin istinasız her gün geçtikleri haberlerde anlatılanlar savaş meydanlarında çekilen acıları olduğu gibi gözler önüne sermekte, kurbanların çığlıkları kulaklarımızda çınlamaktadır. İnsan kısacık ömründe ne kadar çok savaşa tanıklık ediyor.
Mesela ben, şöyle bir geriye dönüp baktığımda; 1991 Körfez Krizi’nde üstlerine yağmur gibi inen bombalara hedef olan Iraklı askerlerin yazgısını, PKK’nın kundaktaki çocukları öldürmesine kadar varan cinayetlerini, Bosna’daki dramı, Afganistan’daki savaşın izlerini ve en sonda Gazze’deki sivillerin katledişini hatırlıyorum.
Bugün Gazze’de yaşananlardan, sakatlanmış, parçalanmış bedenlere ait fotoğraflar savaşın kötülüğünü çıplak gözle seyretmemizi sağlıyor. İnsan böyle karelere baktığında bir iç çalkantı yaşıyor. Fotoğrafları dehşet içinde, tiksinç buluyor. İçim burkula burkula, etimi sıkıştırıyorlar sanki. Kazanmaya çalışan gözü dönmüş bir ordunun zafer çığlıkları altında eline düşen sivil halkın katlandığı acılar ve bundan en çok etkilenen çocuklar, yaşlılar, kadınlar.
Savaşın caniliğine çok yakınız ama dünyanın bir yerlerinde bunlar olurken biz neredeyiz? Aklıma Ekim 1962’de Gardner ve O’sullivan’ın çektiği fotoğraflar Brady’s Manhattan galerisinde sergilendiğinde The New York Times’da çıkan aşağıdaki yorum
yazısı geldi
“Broadway’i dolduran canlılar, anlaşılan Antietam’daki ölülere çok az ilgi duyuyorlar, ancak biz onları, aynı işlek caddelerde cepheden yeni dönmüş, kaldırım boyunca uzanan henüz kanı kurumamış cesetlerin yanından aylak adımlarla yürüyüp giderlerken canlandırabiliriz. Yapacakları şey, en fazla kan bulaşmasın diye eteklerini yukarı toplayıp, yürürken bastıkları yerlere dikkat etmek olurdu….”
Yoksa biz de bu yazıda belirtildiği gibi yaşanan ıstıraplara vicdanımız nasır bağlamışçasına kayıtsızca mı bakıyoruz? Bu fotoğraflara bakıp acı duymamak, bu fotoğrafları görüp irkilmemek, bu yıkıma, bu kıyıma yol açan nedenleri ortadan kaldırmamak için uğraş vermemek; bunlar ahlaktan, vicdandan nasibini almamış bir canavarın vereceği tepkilerdir.
Savaş uğursuzluktur, barbarlıktır, her şeyi yırtar ve parçalar. Hareketlilik, düzensizlik ve dramdır. Ancak savaş bir seyir malzemesi değildir. İnsan bakmaya dayanamaz. İçimizden haykırmak gelir: “Buna bakılmaz, bu kötüdür.”, “Barbarlar, bu ne delilik, artık çok fazla!” ve en çok da “Niçin?”
Bazıları “Savaşı durdurmak için savaş!” diyorlar, diğerleri “Savaşın tarafları değil, görünmez oyuncuları savaşı körüklüyor, boşuna uğraşma.” diyorlar. Başkalarının acılarına bakabilmek bu kadar zor mu? Acı çeken insanların acılarını paylaşmamak mümkün mü? O acıyı içimizde duymamak olası mı? Bir şeyler yapmak lazım, insanlık için, onun adına. Okyanusta bir damla da olsa…