Düşle Ölüm Arasında!
Son bir haftadır, her gün bir tane soğuk algınlığı tableti yuttuğumdan olacak birazcık olsun kendime geldim. Hatta geceleri düş görmeye bile başladım. Ne var ki, sabah uyandığımda onlardan eskisi gibi, bir şeyler anımsamıyorum. Dün gecede üç dört düşe konuk oldum. Onlardan geriye, küçük bir kent karesinde kendime ait yarattığım bir büyük dünyanın izleri ve hiç tanımadığım iki güzel kadın silüeti kaldı.
Çoğu insanın düşler ile ilgili tespitleri, yorumları, özlemleri vardır. İngiliz öykücü Katherine Mansfield’de onlardan biri. O düşlerin ancak derin uykular uyunduğunda görülebileceğine inanır. Bunu da günlüğünde sık sık ilan eder.
Eskiden bende deliksiz tabir edilen, kesintisiz uyumaların kölesiydim. Hani top patlasa uyanmazdım derler ya, işte öyle uykularım çoktu. Bir seferinde kendimi bir odada ayna karşısında tek başına görmüştüm. Elimi aynaya doğru uzatıp, cama dokunmuştum. Camın soğukluğunu hissetmemle uzuvlarımın, bütün bedenimin zangırdadığını hissetmiştim. Kemiklerim, tir tir titriyordu. Aniden bir kayaya çarpmışçasına vücudum tuz buz olmuştu öldüğümü düşünmüştüm. Ter içinde gözlerimi açtığımda odamın içinde olduğumu fark ettim.
İnsan bilinçaltına ne sakladıysa düş dünyasında da ona konuk oluyor sanırım. O günlerde bende bir can dostumu kaybetmiştim. İnsan etrafından biri ölünce onun ölümünü konu edinmek istemiyor. Hatta üzüntüsü yüreğinde saklayıp, suskun kalmayı tercih ediyor. Belki korkusundan, belki de ölümün soğuk nefesini ensesin de hissediyor olduğundan durgunlaşıyor…
Ölümle beraber, geriye dönmek zordur. Geçen zamana, düne, an denilen o kısacık zaman parçacığına, bir saniye önceye. Zaman pes etmiştir artık, kaçınılmaz son gelmiştir.
Ölüm yaşa başa bakmaz elbet, bunu da bilmiyor değilim. Her ölüm vakitsizdir onu da biliyorum. Bir bakıma ölen hiç kimsenin yeri doldurulamaz onu da çok iyi biliyorum. En bilinmedik, sıradan bir kişinin ölümünde boşalan yerini siz onun yakınlarına, çocuklarına, anasına, babasına sorun. Bir bireydi o, kendisi ile götürdü yerini. Bu herkesin ölümü için söz konusudur.
Yine de insan ölüm anını düşünmekten kendini alıkoyamıyor. Ölümü düşünmek ürpertiyor insanı. Zaten insanlar ölüme değil, ölümden sonraki belirsizlikten korkmuyorlar mı? Yoksa ölüm; insanlara eşit davranan tek olgudur yeryüzünde. Tek kişiliktir ve tecrübeye kapalıdır.
Bunları bilmemize rağmen, ölümleri anlamıyoruz, çünkü hep yaşamak ağır basıyor. Oysa ölümle geriye ne kalır? Özenle büyüttüğümüz yalnızlığımız, kimseye anlatamadığımız, kimsenin dinlemediği öyküler kalacak, bir de bir avuç toprak, busbulanık anılar, iki arşın bez ve bir çukurdan başka.
Erol ÇINAR