Sanatın Doruğunda İki Önemli İsim
Yurtiçinde ve yurtdışında birçok başarı sergilemiş, sanata aşık iki ayrı isim hem eserleriyle hem de bakış açılarıyla herkesi büyülüyor. Unutmaya yüz tutmuş kültürümüzün esintileriyle harikalar yaratan İsmail Acar ve gelincikleriyle tanınan Hikmet Çetinkaya ile Çırağan Sarayı’nda sanata dair çok hoş bir söyleşimiz oldu…
Sanat camiamızın önde gelen, tanınmış sanatçılarısınız. Acaba Hikmet Çetinkaya, İsmail Acar’ı, İsmail Acar da Hikmet Çetinkaya’yı nasıl tanıyor veya bizlere nasıl tanıtır?
Hikmet Çetinkaya: İsmail Acar, örnek bir sanatçıdır. Türk resmine ayrı bir soluk, ayrı bir tat getirmiştir. Yaptığı resimler daha önce yapılmış, bilenen türden değil, oryantalist dediğimiz, bizim unutmaya yüz tutmuş kültürümüzün bir yansıması olarak karşımıza çıkmıştır. Yaklaşık 12 yıldır tanıyorum kendisini. Çok çalışan, devamlı kendini resim tekniği olarak yenileyen bir sanatçı dostumdur.
İsmail Acar: Hikmet Çetinkaya aslında benim hayalimi resmediyor… Ben çocukken nadasa bırakılan tarlalarda yetişen gelincik tarlalarında koşmayı ve de koştukça arkamda gelinciklerden kırmızı bir bulut oluşturmayı çok severdim. gelinciğin ve kırmızının yeri bende bir başka… Bana göre Hikmet Çetinkaya resimlerinin içinde büyük bir tutku var…
Sevgili Hikmet Çetinkaya sizi gelincikleriniz ile tanıyoruz, gelincikleriniz ile neyi anlatmak istiyorsunuz?
H.Ç.: Gelincik çalışmaları ile ön plana çıktım. Aslında haksızlık etmeyelim ama benim daha önce yine çok çalıştığım, çalışmaktan zevk aldığım konuların başında kar çalışmalarım gelir, sonra yağmurlarım vardır. Nedense bu son yıllarda gelincik öne çıktı. Gelincikler doğada görüp yaptığım rastgele çiçekler değil, bunun bir felsefesi, içsel zenginliği, öyküsü var. Mesela bizim ülkemiz için gelinciğin anlamı çok derindir. Çanakkale, Gelibolu ile neredeyse özdeştir. Gelincik, hatırlamanın bir simgesi, narinliğin, saflığın, kibarlığın, asaletin bir göstergesidir.
Sevgili İsmail Acar, resimleriniz bir dönemdeki tarihimize ışık tutuyor.. Bu konuları neye göre belirliyorsunuz. Belli bir kronolojik sırası var mı?
İ.A.: Benim tüm çabam bu coğrafyaya ait unsurları resimlere taşımaktı. Yirmi yıl öncesinde hiç böyle çalışmalar yoktu, ne Osmanlı, ne Türk, ne de Anadolu bu denli çağdaş sanatçıların ilgi alanına girmiyordu. Benim asıl çıkış noktam batılı bir sanatçı olan Picasso için söylenmiş bir sözdü. “Onların evinin arka penceresi Louvre’a bakıyor; o zaman benimki de Ayasofya’ya, Sultan Ahmet’e, Topkapı Sarayı’na, boğaza ve on binlik yerleşik kültüre sahip Anadolu’ya bakıyor” dedim ve öyle yola çıktım. Bir kronolojiden çok doğunun ikonları Anadolu’nun tanrıları ve kralları ana temaları altında, nar, lale, gül, kaftan, sultan portreleri temalarını oluşturdum..
Hikmet Çetinkaya’nın yaşamında biliyoruz ki Kanada önemli bir yer tutuyor, bir dönem de Fransa vardı. Sanat hayatınıza Kanada ne kattı?
H.Ç.: Kanada, Türkiye’ye uzak bir ülke, ama bana çok yakın bir ülke. Dünyanın önemli müzelerinden birisi olan Ottowa’daki War Museum’da sekiz adet 150 x 150 cm boyutlarında ve bir tanede 80 x 40 cm boyutlarında dokuz eserimin yer aldığı bir ülke Kanada. Birçok sanatçının rüyalarını süslediği, eserlerinin müzeye asılmasını hayal ettiği bir sanatçı olmak beni bir Türk sanatçısı olarak gururlandırıyor. Otuz altı yıldır resim yapıyorum, takriben şimdiye kadar sekiz bin eser ürettim. Bu çabalarımın meyvesini aldığım, beni ölümsüzleştiren bir ülkedir Kanada. İstiyorum ki her sanatçı arkadaşım bu sevinci tatsın. Belirtmeden geçemeyeceğim, bu başarımın altında imzası olan büyükelçimiz Sayın Rafet Akgünay’dır. Daha sonra bir dönem Toronto Başkonsolosumuz olan şimdi ise New York başkonsolosu olan Sayın Levent Bilgen’dir. Kendilerine buradan teşekkür ediyorum…
Son zamanlarda İsmail Acar, bir gezgin gibi dünyayı geziyor, bir çok ülkeye gidiyor, gittiği ülkenin kültürünü tanıyor ve kendini tanıtıyor… Bu bir proje mi?
İ.A.: Tüm dünyadan uluslararası sergi ve bienallerden gelen davetler üzerine sergilere gidiyorum. Ama bir yandan da seyahat etmeyi gerçekten çok seviyorum. Bütünlüğe bakıldığında, kendi kültüründen renkler taşımak, dünyanın her yerinde oluşturduğum ana temanın devamı olan bir proje…
Resimlerinizi yaparken, çalışırken neler düşünürsünüz, nasıl başlarsınız, bir eser nasıl ortaya çıkıyor?
H.Ç.: Ben yapacağım resmin kurgusunu günler öncesinden beynimde, yüreğimde hazırlıyorum. Bu çok uzun ve zorlu yolun sonunda, son aşama boyaların tuvale yerleştirilmesi oluyor. Resim yapım süresi öyle çok kısa, sadece tuvalin başında geçen süre değildir. Usta bir sanatçı büyüğümüz resim yapım süresini “duyguların gelip gittiği an kadardır” demişti. Evet, doğru ama bende duygular hep var, gitmedi hiç… Bazen bir türkünün sözleri, şiirdeki bir gizemli cümle, izlediğim filmdeki küçük bir görsel bana resim yaptırıyor.
İ.A.: Aslında benim konularım 20 sene öncesinde belirlendi, bugün ben onları sadece detaylandırıyorum, hikayelendiriyorum. Bu coğrafyaya ait olan kavramları resmederken önce bir hikaye yaratıyorum ardından bu hikaye için uzun bir araştırma sürecine giriyorum. Bu konuda hatırı sayılır ortalama sekiz bin kitaptan oluşan bir kütüphanem de oluştu. Bol bol da fotoğraf çekiyorum.
Toplumumuzda sanatçıya gerekli özeni gösteriyor muyuz sizce? Kendinizi nasıl görüyorsunuz?
H.Ç.: Bu konular biraz benim yaralı olduğum konular. Üzülerek söylüyorum ama ben resim sanatçısı olmanın keyfini yurtdışında yaşadım. Ben Denizli’de büyüdüm, bizim oralarda ressama kız bile vermezler. Ne iş yapıyorsun diye sorduklarında, “ressamım” dersen, “tamam ama ne iş yapıyorsun, yani mesleğin ne? diye bir daha sorarlar. Bunu ayıplamıyorum, Anadolu’nun birçok ilinde resim galerisi yok, resim genellikle hobidir bizler için, yani meslekten öte, yan uğraştır, getirisi de pek yoktur. Günlük yaşantımızda da pek ihtiyaç duymadığımız, fazla gereksinimimizin olmadığı bir faaliyet alanlarındandır. Dar bir çerçeve içerisinde kalmıştır resim sanatı.
İ.A.: Maalesef toplumda bu özen, koruma ve saygı yerleşik bir kültürün sosyal yapılarına göre değişkenlik gösteriyor. Bu toplum sanat galerisini hala otomobil galerisiyle karıştırdığı gibi ressama da sanatçı sıfatını çokça yakıştırmıyor. Tabi istisnai durumlar da mevcut bu konuda…
Bir sanatçı olarak bir gününüz nasıl geçiyor, neler yaparsınız, planlı mı yaşarsınız?
H.Ç.: Benim günüm çok az sapma gösterir, çoğunlukla aynıdır. Sabah 8:30 gibi kalkarım, 9:30’da evden çıkar, atölyeme gelirim. Bilgisayarımın başında bir, iki saat zaman geçiririm, maillerimi kontrol ederim, galeri veya sanatçı atölyelerini internet ortamında dolaşırım. Mutlaka sabah kahvemi içerek o gün yapacağım resim çalışmasının son kez kompozisyon ve renk olgusunu gözden geçiririm. Saat 12.00 gibi de ilk fırçayı tuvale dokundururum, bu andan itibaren dış dünya ile bağım kesilir. Bu uğraş çoğu zaman gecenin geç saatlerine kadar sürer. Resim dışında genellikle eşim Oytun ile beraber zaman geçirmeyi çok seviyorum. Bazen pikniğe gideriz, bazen de sinema veya güzel bir yerde yemek yeriz. en çok mutlu olduğum an ise yaptığım resmin içime sinmesi.
İ.A.: Sabah 7:00’de kalkılıyor, 7:20’de iş başı yapıyorum. Bu süreç gece 24:00’e kadar sürüyor. Seyahatler, davetler hep bu sürecin içine dahil ediliyor…
Bir sanatçı için giyinmekte önemlidir, giysilerinizi nerelerden alıyorsunuz, belirli bir tarzınız var mı?
H.Ç.: Doğruyu söylemek gerekirse, eşim beni giydirir. Kendisi giyime ve modaya çok düşkündür, tarzı mı da bilir. Ben özellikle şapka ve kaşkol takmayı çok severim. Beğendiğim şapka ve kaşkol varsa mutlaka alırım.
İ.A.: Kumaş satın alırım, kendi terzilerim var beğendiğim modelleri onlara diktiriyorum. Bazen de seyahatlerin güzergahı denk geldiği zaman özellikle Milano ve Londra, alışveriş turlarına dönüşebiliyor… Renkli giyinmeyi çok seviyorum, marka takıntım yok…
MAG okuyucularına, size, sanata ve sanatçıya duyarlılığınızdan dolayı, derginizde yer verdiğiniz ve sanatın tanıtılmasında katkı sağladığınız için teşekkür ederiz…
[nggallery id=1019]