Kelebek’in Entellektüel Kalemi
KELEBEK’İN ENTELEKTÜEL KALEMİ
”Ulaşması zor ve yoğun insan” demek istiyorum… Gerçekten öyle “yoğunum havalarında” olanlardan değil, gerçekten “yoğun” olanlardan Cengiz Semercioğlu… E kolay değil her şeyden haberdar olmak, her şeye yetişmek ve o her şeyi gazetedeki köşesine taşımak… Kelebek Eki’nin lokomotifi denebilecek, yılların deneyimli gazetecisi Cengiz Semercioğlu’nu, yoğun temposuna rağmen bulup, MAG’ın sayfalarına konuk ediyoruz. Kendisi ile gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbetimizle sizleri baş başa bırakmadan şunu belirtmek istiyorum; sivri dilinden, keskin kaleminden zerre yok bu keyfili sohbette. Semercioğlu’nun sohbeti de kendisi de çok ama çok keyifli…
Yaşınızdan çok çok genç göründüğünüzü söyleyerek başlamak istedim… Şahsen kaç yaşında olduğunuza açıp bakmadım ama röportaj için araştırma yapmaya başladığımda gördüm ki 1967 İstanbul doğumluymuşsunuz… Eğer hala alınmadıysanız, bu konuda bir tek ben mi böyle düşünüyorum yoksa genel bir görüş mü öğrenmek isterim…
Genel olarak bunu söylüyorlar, hep yaşımdan daha genç gösterdiğimi söylüyorlar. Ama ekrana çıktığımda tam tersi oluyor. Ekranda, “Aa ne kadar büyük, ne kadar yaşlı gösteriyorsun.” diyorlar. Ekranın yanıltıcı bir yanı var. O yüzden ekranda değil ama genel olarak genç gösterdiğim konusunda hemfikirler.
Edebiyat Fakültesi mezunusunuz… Gazetecilik birden bire tesadüfi olarak ortaya çıkmadı yani… Yoksa ilginç bir hikaye var mı?
Ben Edebiyat Fakültesi’ne Arkeoloji Bölümü’ne girdiğim zaman gazeteciliğe başladım. Ondan önce tiyatro ile uğraştığım için oyun yazmak, oyun sahnelemek gibi yazıyla haşır neşirdim. Yazma işinin hep içindeydim aslında… Üniversitede gazeteciliğe başladıktan sonra da yazıdan kopmadım.
İlk nerede başladınız gazeteciliğe?
Sokak diye bir dergi çıkıyordu o zamanlarda. Nokta Dergisi de çok popülerdi ve ona rakip olarak çıkmış, muhalif bir dergiydi. Ben de orada ilk olarak adliye muhabirliği ile başladım. Daha sonra kültür sanat bölümüne geçtim. Dergi kapandıktan sonra Hürriyet dergi grubuna geçtim, orada çalıştım. Sonra da bildiğiniz üzere ana gazeteye geçtim.
Acemi muhabirlik yıllarınızda gülümseyerek hatırladığınız bir anınız var mı?
Adliye muhabirliği yaparken, bir gün fotoğraflarını çekiyorduk. Meğer çektiğimiz fotoğraflar orda kavga eden travesti grubununmuş. Sonra önde gazeteciler, arkada travestiler Adliye’de bir kovalamaca başladı. O zaman adliye muhabiri arkadaşların ne kadar zor bir iş yaptıklarını anlamıştım daha mesleğin başında.
Hem gazetede hem de televizyondasınız. Kendinizi yazınızı yazarken mi yoksa program yaparken mi daha iyi hissediyorsunuz?
Kendimi yazı yazarken daha rahat hissediyorum çünkü yazı tamamen tek başına yaptığın bir iş ama canlı yayında tek başına değilsin. Orada yönetmenler, editörler koskoca bir ekip oluyor. Tek başınıza yapmanızın mümkün olmadığı bir iş. Programda yönetmen gibi başka unsurlara da bağlı kalıyorsunuz. Yazıda ise tamamen özgürsünüz, sadece ve sadece kendinize bağlısınız. Yazı yazmaya oturduğunuzda sadece aklınıza soruyor ve yazıyorsunuz. Ama dediğim gibi televizyonda bağlı olduğunuz insanlar var. Kısacası yazmak tek başına yapılan bir şey olduğu için daha rahat bir iş.
Yeni yayın döneminde televizyonda sizi görecek miyiz?
Evet, yeni yayın döneminde yine medya üzerine geniş bir program yapmak istiyorum. İlk Habertürk’te başlamıştı program ve yedi yıl devam etti. Rahmetli Ufuk Güldemir, “Yapar mısın böyle bir şey?” demişti ve ilk o çıkarmıştı beni ekrana. Öyle başladı ve uzun süre devam etti. Sky Türk ve CNN Türk’te de yaptım ve yedi yıl sonunda bitirdik.
Yine araştırmalarım sonucu bir soru yönelteceğim size; Ekşi Sözlük’le alıp veremediğiniz nedir acaba? Eleştirileri ile dikkatleri üzerine çekmiş biri olarak eleştirilmekten pek hoşlanmıyorsunuz sanırım?
Hayır, aslında ben Ekşi Sözlüğü takip ediyorum, beğeniyorum da. Ben sadece şunu anlayamıyorum; onlar herkesin kişilikleri hakkında yazarken, neden gazetecilerin Ekşi Sözlük hakkında yazmalarına alınıyorlar? Ekşi Sözlük’le benim kişisel olarak alıp veremediğim bir şey yok. Oradaki arkadaşların genel halleri zaten bu; her şeyi eleştirmek ve hiçbir şeyi beğenmemek. Buna da itiraz etmiyorum. Benimle ilgili on yazıdan sekizinin olumsuz olması beni rahatsız etmiyor çünkü genel eğilimleri o yönde. Benim onlara karşı bir kinim veya nefretim yok. Arkadaşlar takılıyorlar…
Beyaz Show’a katılıp medyadaki üç büyük yalanı açıkladınız… Başka başka neler var acaba diye düşünüyor insan… Daha bilmediğimiz neler var?
E şimdi mesleğin bütün sırlarını da söylemek olmaz. Şimdi gazetecilerin ünlülere söyledikleri en büyük yalan, haklarında olumsuz bir haber yapıldığında: “Ben o gün gazetede veya kanalda yoktum, arkadaşlar yazmış…” oluyor. Ama sonuçta gazetecilikte hep olumlu haber yapmak diye bir şey yoktur. Olumsuz haber yaptığınızda insanlar rahatsız oluyorlar. O yüzden gazeteciler zaman zaman bu tür küçük yalanlara başvuruyorlar.
Deneyimli bir gazeteci, yapımcı ve sunucu olarak Türkiye’deki medya ortamı için neler söyleyebilirsiniz?
Türkiye’de hem yazılı medyanın hem de görsel medyanın çok zengin olduğunu düşünüyorum. Görsel medyada, televizyonda, internette hem yeni bir şeyler çıkıyor. Hem de geçmişte olan abuk sabuk programlardan daha abuk sabuk programlar ortaya çıkıyor bu gün itibariyle. Televizyon da kendi kendine öğreniyor, televizyon da kendi kendini geliştiriyor. Bugün televizyondaki yerli dizilerin Arap Dünyası’ndan Orta Asya’ya, Yunanistan’dan Balkanlar’a kadar geniş bir çerçevede nasıl bir etki altına aldığını çok iyi görüyoruz. Bunlar hem Türkiye’yi anlatmak açısından hem de bizim kültürümüzü diğer insanlara göstermek açısından çok önemli şeyler. Amerikan dizilerini beğenip evlerine Amerikan barları yaptıran bir kuşakla büyüdük biz. Dolayısıyla televizyon dizilerinin, sinemanın böyle bir etkisi var ve Türk televizyonculuğu da bu konuda yol aldı ve iyi gidiyor. Çıkan bazı kötü programlar var, onun çok önemli olduğunu düşünmüyorum ama hem habercilik anlamında, haber kanalları anlamında hem televizyonculuk anlamında hem de yazılı basın anlamında, ben Türk medyasının çok zengin olduğunu düşünüyorum.
Tarafsız olmanın zorlaştığı bu ortamda, siz de zaman zaman tarafsız olamamakla suçlandınız, Digitürk ve D-Smart örneğine dayanarak bu soruyu soruyorum… Bu konuda ne söyleyebilirsiniz? Tarafsızlık konusunda kendinizi nasıl konumlandırırsınız?
Ben tabi ki gazetecinin yüzde yüz tarafsız olduğunu düşünmüyorum yani gazetecilik taraftır, taraf olmaktır. Digitürk konusuna gelince; benim çok övdüğüm şeyler de olmuştur, eleştirdiğim şeyler de olmuştur. Kaldı ki çok fazla televizyon yazmıyorum. Genel olarak da şöyle bir şey söyleyebilirim; gazeteciler oturduklarında, kendi akılları ile düşündükleri zaman, “Şunu da yazmasam…” gibi çekinceler yaşadıkları zamanlar, kendilerine koydukları engeller olabiliyor. Gazeteci, kişisel olarak gündelik olaylarda taraf olmak durumunda zaten.
Yazılarınıza baktığımızda geniş bir içeriğiniz olduğunu görüyoruz. Siyaset var, spor var, magazinden tutun da televizyona sanat dair ne varsa yazılarınızda yer alıyor. İçerik anlamında bu kadar geniş bir yelpazeye sahip olmanın kaynağı nedir?
Televizyon yazmanın çok sıkıcı bir şey olduğunu gördüm. Televizyona dair yazmak, saatlerce televizyon izlemek çok zor ve meşakkatli bir iş. İlgi alanlarımı da geliştirerek daha başka konularda yazılar yazmaya başladım. Popüler kültürle ilgili her şey hakkında yazabilirsiniz aslında. Dolayısıyla benim yaptığım da bu popüler kültürde ne varsa; edebiyattan sinemaya, spordan bir konsere kadar ne varsa, popüler kültürle ilgili, o benim ilgi alanıma giriyor. Bunlara bakıyorum, araştırıyorum, ne olduklarını anlamaya çalışıyorum ve onlarla ilgili sonra kalem oynatıyorsun. Bu konulara ilgin varsa ve algıların bu konulara açıksa yapmaman için hiçbir neden yok.
Bugün ne yazacağım gibi bir endişeye düştüğünüzü düşünmesem de soracağım. Bilgisayarın başına oturup konusuz veya konu bulsanız bile tabir-i caizse “basiretinizin bağlandığı” ve yazmak zorunda olup yazamadığınız anlar oluyor mu?
Şimdi her gün bir defa yazı yazacaksınız ve onu belli bir vakte kadar teslim edeceksiniz. Bu bir zorunluluk… Çoğu günler ama ben sabah katlığımda bugün şunu yazacağım diye kalkmıyorum. Gazetelere, internete bakıyorum, ne olup bittiğini öğreniyorum. Ardından o gün yazacağım konuları saptıyorum. Tabi bazı günler de son dakikaya kalıp yazımı yetiştiremediğim oluyor, konu bulamadığım oluyor… Ama en iyi ve en çarpıcı konular da böyle son anlarda ortaya çıkan konular oluyor.
Anlattıklarınıza göre oldukça yoğun bir temponuz var, sürekli çalışıyorsunuz… Bir yazınızda yazdığınız gibi; çalışmak için yaşayan Türklerdensiniz diyebilir miyiz? Yoksa “Bu halimden memnun değilim, yaşamak için çalışan İspanyollardan olmayı tercih ederdim!” der misiniz?
Hiç bir Avrupa toplumunda bu kadar “challenge”, bu kadar birbirinin ayağını kaydırma, bütün sektörlerden bahsediyorum orada çok fazla olmuyor. Oradaki insanlar gelir düzeyleri daha yüksek olduğu için tabi ki daha rahat, daha ilerde bir hayat sürüyorlar ama Türkiye’de hem gelir düzeyi düşük hem de yüzlerce sorunumuzdan dolayı bu eğlenceli hayatı yaşayamıyoruz. Dolayısı ile biz daha gergin, daha agresif bir toplumuz. Tabi ki ben böyle bir hayatı daha fazla tercih ederdim. Keşke Türkiye’ye de öyle bir hayatın yaşanacağı bir dönem gelse.
Yazınızı yazıyorsunuz, gazetede işiniz bitiyor… Sonra dışarı mı çıkarsınız, spora mı gidersiniz, eve mi dönersiniz? İş dışında neler yaparsınız kısacası?
Spor yapıyorum, sinemaya gidiyorum. Kültürel anlamda işimle ilgili çalışıyorum; sonuçta şehirde konserler oluyor, davetler oluyor, bunlar benim işimin bir parçası olduğu için biraz da iş olarak tabi ki bunların hepsini takip etmeye çalışıyorum. Bunun dışındaki özel hayatımda; seyahate çıkmayı seviyorum. Bu aralar bir kitap üzerine çalışıyorum. Bu yaz dönemini de kitap yazımı yoğunluğuyla geçireceğim gibi gözüküyor.
Ben de tam bir tatil planınız var mı? Nereye gideceksiniz diye soracaktım…
Bir ay yurtdışına kaçıp, belki Barselona gibi bir yere kaçıp, tabi oranın sakin bir tarafında kitap yazmayı ve bitirmeyi düşünüyorum.
Kitabınız ne zaman yayımlanacak?
Herhalde Ekim sonu, Kasım ortası gibi piyasada olacak. Tabi bu benim yazınki tempoma bağlı. Kafamda kurduğum gerçekçi bir iki tane hikaye vardı, bunların iç içe geçtiği bir olayı anlatan roman olacak.
İstanbul’da gitmekten en çok keyif aldığınız yer neresi?
Boğaz kıyısındaki Fishmekan’ı balıkçı olarak çok seviyorum. Mekan olarak tabi yine Sortie’de yemek yemeği seviyorum. Onun dışında Cihangir’de olduğum için Cihangir cafelerinde çok fazla zaman geçiriyorum, hem iş hem de sohbet anlamında.
Gece hayatı ile aranız nasıl?
Eskiden olduğu gibi sabahlara kadar dans edip, sonra akşama kadar yatmaktansa, daha çok konserlere, tiyatrolara, sinemalara gidip, oradan çıktıktan sonra bir şeyler içip eve dönmeyi tercih ediyorum.
Bu keyifli sohbet için teşekkür ediyorum. Son olarak MAG için neler söylemek istersiniz?
MAG, incelediğim ve bildiğim bir dergi. MAG’ı “eğlenceli şekilde zaman geçirten” bir dergi olarak tanımlayabilirim…
Röportaj: Damla İplikcioğlu