Kadrajın Arkasındaki İsim Lara Sayılgan
Objektifle genç yaşta tanıştı ve hiç moda eğitimi almadı. 2005 yılında Studio Plus’ı açtı. Birbirinden başarılı işlere imzasını atan Lara Sayılgan medya sektöründeki maceralarını, sosyal medya hakkındaki düşüncelerini ve sosyal sorumluluk projelerini heyecanla bize anlattı.
Sizi birbirinden başarılı moda fotoğraflarınız ile tanıyoruz… Bize kendinizden bahsedebilir misiniz?
Dünyanın bir sürü yerinde yaşadıktan sonra İstanbul’a taşındım ve hala İstanbul’da yaşıyorum. Aslında şöyle söyleyebiliriz; herkes beni fotoğrafçı olarak biliyor ama aynı zamanda klip yönetmeniyim. Yönetmenliğe de devam edeceğim. Geçen sene kendimin de içinde bulunduğu bir televizyon programı yaptık. Her şeyi kendi stüdyomuzda çektik ve yine biz montajladık. 13 bölüm olarak verdik kanala. Görsel olan her şeyle alakalıyım, hem eğitimimle alakalı hem de bu yaşıma kadar biriktirdiklerimle alakalı böyle bir donanıma sahip olduğumu düşünüyorum. Her gün biriktirmeye devam ediyorum.
Fotoğraf sizce her şeyi tüm çıplaklığıyla yansıtıyor mu?
Yansıtmıyor tabii ki. Yansıttığı yerler de var yansıtmadığı yerler de. Şöyle söyleyebilirim; eğer bu belgesel fotoğrafıysa, bir kadının karşımızdan bebek arabasıyla gelmesini fotoğraflıyorsak onun bebeğine nasıl baktığını, ne düşündüğünü görebilirsiniz. Ama o kadına biz poz verdirirsek o zaman durum daha farklı olur. Bir de üzerine photoshop gelirse daha farklı, o yüzden fotoğrafı artık belge olarak düşünmek, görmek değişti. Eskiden fotoğraf aynı zamanda bir belgeymiş. Şimdi fotoğraflarla o kadar çok oynanıyor ki. Mesela rengiyle oynanıyor güneşin saatini bile değişik algılıyoruz. Instagram’a birisi bir fotoğraf koyuyor, üzerine bir filtre atıyor; gece mi gündüz mü anlayamıyorsunuz. Dolayısıyla fotoğraf gerçeği tüm çıplaklığıyla yansıtmıyor maalesef.
Fotoğraf çekmeye nasıl başladınız?
Ben herkes gibi klasik bir şekilde başlamadım. Ben aslında Mimar Sinan Üniversitesi’nde Opera-Şan Bölümü’nde okuyordum. Müzikal Bölümü’nde öğrenciydim ve uzun yıllar bunun üzerine gitmiştim. Orayı kazandım fakat bir şekilde bu bölüm ile uyuşamadım. Kendimi oraya ait hissetmedim, ben de medya okumaya karar verdim ve İngiltere’ye gittim.
Aileniz bu kararınızı nasıl karşıladı?
Tabii ki ortalık birbirine girdi ve ailem “ne yapıyorsun sen?” dedi haklı olarak. Çünkü bu okula hazırlanmak yıllar sürüyor, çok ciddi bir yatırım. Orada üniversite üç yıl sürüyor. Bir yıl da portfolyo aşaması var… Portfolyo ile üniversiteye kabul görüyorsunuz. Medya için olan derslerde fotoğraf, grafik, kamera gibi pek çok ders var. Ama ben fotoğrafla tanışır tanışmaz inanılmaz bir aşk oldu aramızda. Aslında ben fotoğraf ve video bölümlerine girmek istiyordum; yani kafamda hep video ve film varmış o zamanlarda da. Ama fotoğrafım çok daha kuvvetli olduğu için hocalarım sen fotoğrafta ol dediler bir de ne olursa olsun doksanlı yıllardan söz ediyoruz. O dönem çok ön görülemiyordu teknoloji. Bu kadar çok videoya ve “next medya” dediğimiz dalın hayatımızda önem kazanacağını demek ki ön görememişler… Daha klasik bir bölüm olan fotoğraf okumaya yönlendirdiler beni. Ama çok da iyi oldu!
Neden belgesel fotoğrafçılığı değil de, moda fotoğrafçılığını tercih ettiniz?
Ben gerçekten de çok iyi bir eğitim aldım; London College of Printing’de dünyanın en önemli okullarından birisinde okudum. Bu okul London College of Fashion ile birdir. Yani Saint Martins de bizim okulun moda koludur. İlk dönemde hocalar devamlı size ödevler veriyorlar. Mesela haber fotoğrafçılığı için diyor ki; saat on iki de şu kafede olacaksın! O zaman da Lady Diana yeni ölmüştü ve Prens Charles evlenmemişti. Onları görüntülememiz istenmişti ki nasıl olacağı konusunda en ufak fikrimiz bile yoktu!
Ciddi misiniz?
Bu anlattığım yalan değil; gerçek! Senin ödevin orada o hocaya beş makara film çıkartmak! Bir gün seni hale götürüyor sabah üçte kalkıyorsun onu çekiyorsun. Bir gün yemek fotoğrafı çekiyorsun… İlk dönem bunlarla uğraşıyorsun ve orada zaten ne yapmak istediğiniz şekilleniyor. Portfolyo yapma döneminde de zaten stüdyonun içinde modellerle çalışmaya başlamıştım. Modayı ve portreyi çok seviyorum. Benim zaten ilk dönemden belli oldu diğerleriyle hiç bir alakam olmayacağı ve ben de onun üzerine gittim. Portre benim alanım. Doğru ışık, doğru açı, bir insanı en iyi şekilde gösterebilmek… Fakat modayı da çok sevdiğim için devamında moda fotoğrafçılığı, moda ve portre olarak bitirdim. Yani belgeselci olamayacağım zaten belli olmuştu.
Hayallerinizde ne var?
Film çok istediğim bir şey. Fakat film için daha fazla birikim olması gerekiyor. Mesela şimdi klip çekiyoruz. Aslında klip ve fotoğraf birbirine çok yakın. Artık hem bir fotoğrafçı hem de yönetmenim diyebilirim. Çünkü dördüncü klipimi çektim. Bu kliplerin devamı da gelir çünkü benim için çok farklı bir konu değil. Ben zaten belli bir hikayeyi görüp istiyorum, o sanatçıyı nasıl görmek istediğimi biliyorum ve bir müzik alt yapım olduğu için de müziği dinledikten sonra bir şeyler yaratabiliyorum, montajı oluşturabiliyorum, o heyecanı da çok seviyorum. Ama filme, sadece film çekmek için başlayamazsınız yani film için anlatacak bir şeyim olmalı. Film için sadece güzel bir şey yapmak yeterli değil. Film, izlendiğinde insanlara bir şeyler katmalı… Yoksa insanların benim çektiğim filme gelmeleri için bir sebepleri olmaz. O yüzden hayatla alakalı daha fazla birikim gerekiyor tabii ki teknik anlamda biraz daha pişmek lazım ama orada önemli olan yaratıcılık ve senaryo bence.
Stüdyo Plus’dan bahsedelim biraz… Nasıl oluştu? Nasıl hayata geçti?
Stüdyo Plus 2005 yılında kuruldu. Kendi kendine oluştu diyebilirim… Esasen “ben patron olayım, büyük stüdyo kurayım” diye isteklerim yoktu. Ben çok genç yaşta kampanyalar çeken ve genç yaşta bir şeyler yapan bir fotoğrafçıyım. Benimle birlikte farklı fotoğrafçılar, bir arada yola çıktığımız kişiler vardı ve öyle oluşuverdi. Sonrasında ekip değişti ve şu an Serhat Ayra, Ceylan Sözer, Bilal Eroğlu ve Cem Yurtsever benimle birlikte. Cem daha çok video ve postprodüksyon yapıyor. Bilal ise video yapıyor aynı zamanda görüntü yönetmeni. Hatta bir televizyon programı da çekti. Ceylan ve Serhat fotoğrafçı. Şu anda böyle bir ekibiz ve bütün prodüksiyonu baştan sona alıp yapabilen tamamıyla anahtar teslim şeklinde çalışıyoruz. Eğer katalog da isteniyorsa buraya gelindiğinde hem kataloğunu hem filmini birlikte verebilen, a’dan z’ye her şeyi en güzel ve özel şekilde teslim eden bir yer burası. Stüdyo Plus’ın amacı bu.
Neden Studio Plus?
Aslında Stüdyo Plus artı demek; artı her şey anlamına geliyor. Çok heyecanlı bir yer burası; genç insanlar olduğu için yeni şeyleri keşfetmeyi seviyoruz. Kurguyu kendi içimizde yapmayı daha da çok seviyoruz.
Türkiye’de fotoğrafçılık bir meslek haline dönüştü mü? Fotoğrafçılar bu meslekle geçinebiliyor mu?
Türkiye’de fotoğrafçılık çok hızlı gelişti aslında. Hatta haddinden fazla hızlı gelişti diye düşünüyorum. Maalesef biz de her dönem bir furya oluyor. Fotoğrafçılık da şu anda çok popüler bir iş. Herkes fotoğrafçı olmak istiyor, herkes stüdyo açıyor ve hayatımıza dijital girdiğinden beri bu işin de diploması sorulmadığı için herkes yapabiliyor. Bunu yapamazsın gibi bir mantığı yok. Dolayısıyla da rekabet diyemeyeceğim çünkü rekabet benim için aynı seviyede insanların bulunduğu bir platformda olduğunda rekabettir. Türkiye’de herkesi doyuracak kadar on katlı bir pasta yok. Biz iki katlı bir pastanın içinde daha büyük bir dilim yerken şimdi daha küçük bir dilim yiyoruz. Daha fazla insan katıldı aramıza. Katılmasında sorun yok, herkes aynı gözde ve donanımdaysa daha güzel işler çıkar. Ama öyle olmadığı için beş sene önce setlerde bambaşka işler yapan birisini fotoğrafla hiç alakası yokken şimdi kampanya çekerken veya yönetmenlik yaparken gördüğüm için şok geçiriyorum ve yanlış buluyorum.
Yaşamak istediğiniz şehir hangisi?
Şu anda İstanbul’da yaşıyorum ve İstanbul’u çok seviyorum. Bir takım zorunluluklarım var, işim var, benim bir şirketim var; kafama göre gidemiyorum. Sıcak yerleri çok seviyorum. Bodrum’da vakit geçirmek istiyorum. Sanat ve kültür anlamında patlamış bir şehir olarak belki insanı cezbeden bir yer değil ama daha genç olsaydım Berlin’de yaşamayı isterdim. Bir de Paris benim çok sevdiğim bir yer ve beni yansıtan bir şehir. Buralar iklim olarak sıcak yerler değil ama sanat olarak insanı besleyen yerler.
Sanatçıların kapak çekimlerinde de sizin imzanız bulunuyor bir kaç tane örnek verir misiniz kimlerle çalıştınız?
Bir çok insanla çalıştım. Demet Akalın, Bengü ,Yeşim Salkım…
Destek olduğunuz sosyal sorumluluk projeleri nelerdir?
Ben “rejected” isimli bir sergi yapmıştım. Bu sergide satılan fotoğrafların gelirini TESEV’e bağışladık. En son Ebru Şallı aldı ve parasını TESEV’e yatırdı. Şimdi Tohum Otizm Vakfı’na bir çekim yapılacak, çocuklara bir şeyler çektireceğim. Başka bir projemiz daha olacak. Bunun dışında “aDL” markası işbirliği ile TOÇEV için ünlülerin çekimini yaptım, Meme Vakfı’na bir projemiz var yakında; onay bekliyoruz. Kısa bir film çekeceğiz onlar için. Bu film kadınları bilinçlendirmeyle alakalı olacak ama daha eğlenceli bir şey planlıyoruz.
Bence sosyal sorumluluk projelerine insanların mümkün olduğunca vakit ayırmaları lazım çünkü gerçekten ihtiyacı olan birine tekerlekli sandalye alıyorsunuz ve o kişinin hayata bakışı değişiyor. Ancak senin başına veya ailenden birinin başına geldiğinde zor durumda olanları anlayabilirsin dolayısıyla bu bana özel bir şey değil mümkün olduğunca herkes yapmalı. Türkiye’de oyuncular ve ünlü isimler daha çok destek oluyor sosyal sorumluluk projelerine…. Paradan daha çok emekle yapıldığında daha çok yere ulaşıyorsun ve bu daha da büyük bir güç oluyor.