Jön Türk Oben Budak
İncelenesi, renkli bir kişilik Oben Budak. Yazılarını bir kere okumaya görün, ondan bir daha kopamayacaksınız. Aynı zamanda FHM’in “eğlenceli genel yayın yönetmeni”,
bir zamanların VJ’yi, Türkiye’nin güçlü seslerinin eski vokalisti. On parmağında on marifet olan Oben Budak ile çok renkli ve “içten” bir röportaj gerçekleştirdik. Cevaplarını okudukça, samimiyeti ve içtenliği sizi de bir Oben Budak hayranı yapabilir… Benden söylemesi…
Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz?
İnsanın kendi kendini anlatması biraz tuhaf bir böbürlenme çeşidi olarak geliyor ama Habertürk’te Jön Türk köşesinin sahibi ve FHM dergisinin yayın yönetmeniyim. Konservatuar okudum, okul dönemlerinde de Ajda Pekkan, Sertab Erener, Aşkın Nur Yengi gibi şarkıcılara vokalistlik yaptım. Yazarlık işlerine kaymam daha sonra oldu yani.
Yazarlıktan önce VJ’lik vardı hayatınızda değil mi? Kral Tv’de çalışmışsınız… VJ’lik günlerinizden bahsedelim biraz da…
Evet, Kral TV’de aynı okul dönemlerinde çalıştım. Sertab’la bir sabah programına gitmiştik. Aralarda ben makyaj odasını ararken yolumu şaşırıp yönetim bölümüne geçmişim. Yolda Kral TV’nin yayın yönetmeni beni görmüş ve hemen deneme kaydı almak istemişti.
FHM’in genel yayın yönetmenisiniz… Ne zamandan beri FHM’desiniz? Genç yaşta bir genel yayın yönetmeni ilginç geliyor…
Şaka maka yedi sene oldu. Basın adına öğrendiğim her şeyi burada öğrendim. Beni işe Mansur Forutan aldı. Bu bile çok havalı bence. Daha sonra Mehveş Emin yönetimindeki Aktüel’e röportajlar yapmaya başladım. Her şey hızlı gelişti ama hızlı gelişsin diye de çok çalıştım doğrusu. Bir ara FHM, Aktüel, Harper’s Bazaar dergilerinde yazarken aynı zamanda da Sabah gazetesinde “Müziklerin Efendisi” diye bir köşem vardı. Yoğun ama güzeldi doğrusu.
FHM’de çalışan bir erkek olduğunuzu duyan erkekler işinizi kıskanıyor mu?
Evet, hem de nasıl. Komik bir durum ama kadınlar köşe yazarlığımla ilgilense de erkeklerin FHM’i duyunca gözleri parlıyor. Sürekli güzel kadınlarla temasta olan bir işinizin olması keyifli hakikaten.
Dergide olmanın, çalışmanın güzellikleri neler? Zorlukları neler?
Ortak bir iş yaptığınız için onun hazzı çok farklı. Bir takım oluşturmanız gerekiyor ve hemen her adımı o takımla atıyorsunuz. Ben yayın yönetmeni olarak son kararı veriyor olabilirim ama çoğunlukla oylamaya sunarım. Çalışma arkadaşlarımın hepsinin bana karşı durduğu bir senaryo şu ana kadar olmadı.
Sizin için en keyifli genel yayın yönetmeni diye yorumlar var. Çalışması zevkli ve kolay biri misiniz?
Doğru olabilir çünkü ben ekibimi mümkün olduğu kadar serbest bırakmaya çalışıyorum. Bana işlerini zamanında teslim etsinler de onun haricinde direttiğim bir yaptırımım yoktur. Geliş gidiş saatlerine, çay-kahve saatlerine hiç takılmam. İş yürüsün de isterlerse haftanın yarısını evde geçirsinler. Ofise gidip gelmeyle yürüyen bir iş olmadığını biliyorum ve buna göre davranıyorum. Ben hayatta genel olarak keyifli bir adamımdır. Katıldığım partilerde kimse eğlenmese bile dans pistinde kesin ben varımdır. Ama FHM ekibi de hakikaten çok eğlenceli insanlardan oluşuyor. Fişek gibi gençler hepsi, onlarla çalışmak beni de mutlu ediyor doğrusu.
Bir de Haber Türk’te bir köşeniz var. Oldukça güncel konulara değiniyorsunuz her gün… Hem de birçok başlık altında. Gezdiğiniz gördüğünüz yerleri yazıyorsunuz. Bu tempoda hem köşe yazarlığı hem genel yayın yönetmenliğine nasıl vakit buluyorsunuz?
O durum biraz zorluyor işte. İkisinin de yoğun bir temposu var. Bu yüzden derginin en yoğun olduğu hafta yurtdışına gitmemeye çalışıyorum, dergiyle ilgilenmek adına. Çok özel bir parti olursa da birkaç günlüğüne kaçıp geri geliyorum. Allah’tan gezmeyi çok seven biriyim. Özellikle yurtdışı şehirleri beni kendime getiriyor. Bu kadar sık seyahat etmesem iki işi bir arada yürütmem imkansız olurdu. Yenileniyorum çünkü küçük aralarla beraber.
Yazar olmasaydınız ne olmak isterdiniz? Küçükken ben yazar olacağım dememişsinizdir diye varsayarak soruyorum.
Şarkıcı olmayı isterdim herhalde. Popüler bir popçu değil ama özel kitleli şarkıcılardan. Küçük barlarda çıksam da dünyayı şarkılarımla dolaşmayı tercih ederdim.
Uzun süre yurt dışında kalıyorsunuz… Londra, New York (yazılarınızdan takip edenler bilir…) ne yapıyorsunuz orada? Sadece gidip, gezip, inceleyip, araştırıp yazılarınız için malzeme mi çıkarıyorsunuz? Hem gezme hem iş mi oluyor?
New York ve Londra’ya o kadar çok gittim ki artık buradan bağımsız bir hayatım da oralarda sürüyor. Hele New York’ta hep aynı evi kiralıyorum, o derece! Londra’da da Kennington civarında ev kovalıyorum sürekli. Oradaki arkadaşlarım İstanbul’a da geliyor, beraber tatillere de gidiyoruz. Durum böyle olunca havaalanında Time Out dergisini alıp “Bakalım bu hafta şehirde neler varmış?” diye düşünen turistlerden farklı bir sistemim oluyor. Şehirde yaşayanlarla hareket ettiğim için çok özel partilerden bile haberim oluyor. Otelde değil de evde kalınca ister istemez o şehrin havasına daha iyi giriliyor. Komşularınıza selam veriyorsunuz, marketteki çocukla sohbet ediyorsunuz. Güzel bir durum yani.
Sizin çok sıkı takipçileriniz var. Peki, sizin takip ettiğiniz yazarlar var mı? Okumadan olmaz dediğiniz bir yazar var mı?
Uzun uzun gazete okuma alışkanlığım yok maalesef ama her gün okuduğum takıntı halinde yazarlarım var. Habertürk’ten Fatih Altaylı ve Bekir Coşkun’u yazdıkları her gün takip etmeye çalışıyorum. Bir de Hürriyet’ten Yılmaz Özdil ve Radikal’den Yıldırım Türker her zaman takibim altındadır. Eklerden ise Hürriyet’ten Melis Alphan’ın yazdıklarına çok gülüyorum. Dedikodu ihtiyacımı ise bizim gazeteden Esin Övet karşılıyor.
Moda haftalarını da takip ediyorsunuz… Modaya ayrı bir ilginiz var mı?
Evet, maalesef var. Çocukluğumdan beri bu durum böyle. Herkesin oyuncak dilendiği yaşlarda bile ben kıyafet seçimine çok önem verirdim. Farklı giyinmeyi seviyorum. Maalesef diyorum çünkü güzel giyinmek maalesef tasarım şeylerle mümkün olabiliyor. Allah’tan yurtdışından çok daha ucuza alabiliyorum. Yoksa Türkiye’de giyecek bir şey zaten zor bulunuyor, bulunsa bile çok pahalı.
Modayla aranız nasıl? Trendleri takip eder misiniz?
İşimin bir kısmı da trend takip etmek zaten. Bu yüzden moda haftalarını da kaçırmamaya çalışıyorum. Çok fazla dergi takip ederim. Ve tabii ki bu iş için açılan blogları da unutmamak lazım, harika siteler var artık. Modayla aram bu yüzden iyi ama şu trend hadisesi Türkiye’ye bir yıl gecikmeli geliyor, ben sırıtıyorum. Geçen kış New York’tan aldığım kalın çerçeveli gözlüklerle geziyordum İstanbul’da, herkes bir tuhaf bakıyordu. Şimdi İstanbul Moda Haftası’na bir baktım hemen herkeste bu gözlükten var ama bir sene gecikmeli. Aynı şekilde geçen yaz sürekli renkli papyonlar kullandım ama şimdi şimdi Türkiye’de moda olmaya başladı. Bu yüzden garipseniyorum biraz ama çok umurumda değil.
Köşe yazılarınıza nasıl tepkiler geliyor? Çünkü biraz sivri dilli gibisiniz! Alınan, bozulan, darılan… Veya tam tersi alkışlayan, tebrik eden…
Alınan oluyor tabii, onlara yapacak bir şeyim yok. Hiçbir yazım konusunda “Keşke bu kadar sert yazmasaydım!” dediğim olmadı. Sonuçta bir şeyleri daha iyi bildiğim için değil, farklı bir açıdan baktığım için yazılarım seviliyor. Ben diyorum ki, bu yaptığın iyi güzel de artık demode oldu, yeni bir şeyler yap! Eleştirmenler tüm dünyada böyle çalışır. Yerin dibine vurmak değil ki amaç, daha iyisini ortaya çıkmasını sağlamak. Murat Boz hakkında böyle bir yazı yazmıştım, kapasitesinin yarısını kullandığını ve çok kötü giyindiği hakkında… Onun hayranlarından yüzlerce kötü e-mail aldım mesela. Ama karşılaştığımızda Murat, “Söylediklerinde haklılık payı var, dikkate alacağım.” dedi. Sonuçta benim Murat Boz’a ya da bir başkasına ne kastım olabilir ki, doğru neyse onu söylüyorum. Kimsenin evine yemeğe gidip kankası gibi davranarak yazılarımı o yönde yazmak için dalkavukluk yapamam. Millet alaturka ek yazarlarına alıştığı için benim fikirlerim ters gelebiliyor tabii. Ben olaya tamamen Batı’dan bakıyorum, yeteri kadar Doğu bir yanımız var çünkü.
Gelecek projeleriniz neler?
Bir ara vakit bulabilirsem, televizyona bir şeyler yapmak istiyorum. Bir şeyler yapayım da ekranda görüneyim mantığıyla değil ama sahiden beni tatmin etmeli. Bakalım…
Ahmet Hakan sizin için “Kendini ağırdan satıyor, keşke biraz açılsa” demiş… Siz bu yazıyı okuduğunuzda ne düşündünüz? Doğru bir tespit mi?
Bu yazıyı okuduğumda, yılbaşı tatili için New York’a gittiğimden pasaport sırasındaydım. Yazıyı okudum ve ne demek istediğini tam anlamadım açıkçası. Sonra da Amerika hayatında unutup gittim. Ama hatırlattığınız iyi oldu, kendisine sormam lazım, sonuçta bir bildiği olmalı. Çocukluğumdan beri kendimi ağırdan sattığım söylenir. Doğru bir tespit. Bunun sorun yaratacağını sanmıyorum. Kolay lokma olmaktan iyidir bence!
Sizin gibi çok gezen birisine şu soruyu mutlaka sormak lazım: Londra mı? İstanbul mu? New York mu?
Valla ben İstanbul doğumluyum, bütün ailem de öyle. Bu yüzden bu soruya “İstanbul” diye cevaplayamayacağım. İstanbul şu an işgal altında ve ne zaman sokağa çıksam birileriyle papaz hale geliyorum. Çünkü herkes çok saygısız. % 90’ı ne araba sürmeyi biliyor ne eğlenmeyi. Sürekli % 10’nuyla yaşamak da çok zorlaştırıyor her şeyi. New York ise o kadar hızlı ki, normal şartlarda o çarka girmenin imkanı yok. Anca bir ay kalıp geleceksiniz, o zaman eşi benzeri yok. Bu yüzden seçimimi Londra yönünde kullanmam lazım. Aslında sakin bir şehir gibi gözükse de deştikçe yeni cevherler çıkıyor. Eğlencenin de sanatın da sonu yok.
MAG Okurları için ne söylemek istersiniz?
Keyifli bir sohbetti, röportajın bu bölümüne kadar okudularsa teşekkür etmem gerekir…