Tre Giorni a Costeria Amalfitana (Amalfi Sahillerinde Üç Gün)
Yaz tatili bitmiş hepimizde koşturmacalar başlamış, tam da çocukların okulu, sporu, evin düzeni derken bir anda kendimizi Napoli’de bulduk. Öteden beri aylar öncesinden planlanmış seyahatlerin insanı olmadığımdan, hiç hesapta olmayan bu durum bana çok iyi geldi. Rüzgar gibi geçen üç günlük gezimizde dinlenmenin ve sükunetin yanından bile geçemedik! Ama üç güne Napoli, Sorrento, Positano ve Capri’yi sığdırmayı başardık!!!
Napoli’de kaldığınız otel, limana yakın bir yerdeyse feribotla buralara kolaylıkla gidebilirsiniz… Bizim Hotel Romeo’da karar kılmamızın sebeplerinden biri limana yakın olması diğeri de Napoli’deki şaşaalı, klasik otellerden farklı olarak çok modern bir dekorasyona sahip olmasıydı…
“Bilirkişi” ile Gezmenin Keyfi
İlk kez gideceğim yerleri turist gibi gezmektense bir bilene danışıp hazırlıklı gitmeyi her zaman tercih etmişimdir. Bu kez daha da şanslıydık çünkü Feza, Napoli’de dört yıl yaşamış, fırsat buldukça da tatil için gelmeye devam etmiş. Zaten gezi boyunca aramızdaki lakabı da “bilirkişi” oldu. Kendisi yalnızca oraları çok iyi bildiğinden değil, aynı zamanda içimizde en sakin, en sabırlı ve en beceriklimiz olduğundan… Yanınızda böyle bir arkadaşınız olunca üzerinize bir rahatlık çöküyor, hatta neredeyse kal geliyor ve en basit şeyi bile ona sormadan yapamıyorsunuz. En azından benim durumumda böyle oldu. O kadar ki, bir ara odamın kapısını açamayıp Feza’dan yardım istediğimde, kartı benim tuttuğum şekilde aynı yerden geçirdi ve kapı açıldı, işte bu noktada kendimden şüphe etmeye başladım!
Michelin’li, Ama..?
Madem İtalya’dayız; spaghettiler, linguiniler, scampi ve calamari frittiler içinde boğulalım diyoruz ve ilk gecemizde Michelin yıldızlı restoran “La Cantinella”ya gidiyoruz. Burada ambiyans ve manzara nefis, porsiyonlar küçük ve menüler deneysel. Aynaz antresini yiyemiyor ve şef beğenip beğenmediğini sorduğunda utana sıkıla istiridyeye alerjisi olduğunu söylüyor. Kızlar ana yemeklerinden memnun kalıyorlar bense deniz mahsullü spaghettimi fazla al dente (dişe dokunur), ahtapotları da çiğ buluyorum. Ödüllü şefe saygısızlık etmek istemediğimden sesimi çıkarmadan oturup önümdeki ekmekleri yemeğe koyuluyorum. Spaghettiler içinde boğulma fikri o an artık uzak bir istek gibi görünüyor. Tam o sırada yanıma gelen garson yemekte bir sorun mu var diye soruyor, bense kibarca bir şeyler mırıldanıp tabağımı geri yolluyorum ve yerine spaghetti pomodoro istiyorum, bir yandan da içimden kendime kızıp “yok daha neler” diyorum.
Japonlara Taş Çıkarttık!
Ertesi gün çok koşturmacayla geçiyor. Öğleye doğru, mis kokulu limonlarından ötürü limoncello ve crema di limone likörleriyle ünlü Sorrento’ya geçiyoruz. Hava mükemmel, etraf müthiş. Üçümüz de fotoğraf meraklısı olduğumuzdan feribottan başlayarak her noktada fotoğraf çekiyoruz. Bu konuda İtalya’daki bütün Japon turistlerle rekabet edebileceğimizi düşünüyorum. Sorrento gerçekten çok tipik, çok hoş bir yer. Feza aynı gün Positano’ya gitmek istiyorsak acele etmemiz gerektiğini söylüyor ama bize merkezi gezdirmekten de geri kalmıyor. Aynaz’ın gitmek istediği meşhur dondurmacı “La Primavera”yı bile bulmayı başarıyoruz, elimizdeki devasa külahları bir çırpıda bitirip hemen taksiye atlıyoruz.
Le Sirenuse ve Muhteşem Manzara
Positano müthiş! Akşamüzeri bahçelerin içine özenle yerleştirilmiş limon ağaçlarının dallarını mumlarla aydınlatıyorlar. Yukarıdan aşağıya dik bir merdivenle denize kadar inen, sarı, pembe, beyaz irili ufaklı evler dantel gibi, çok romantik. Söylenenlere göre burada yaşayanlar evlerinden çıkmadan önce on dakika kapıda bekler düşünürlermiş, “yanıma almayı unuttuğum bir şey var mı?” diye, çünkü bu merdivenleri tekrar tekrar tırmanmak çok yorucu olurmuş.
Dünyanın en iyi otelleri sıralamasında yer alan “Le Sirenuse Otel”in mükemmel manzarasına karşı taze frambuaz püresi ve şampanya karışımı “Kir Imperial”lerimizi yudumlayarak güneşi batırıyoruz. Burada lezzetli ve hafif bir yemek yedikten sonra sahile doğru iniyoruz.
Hareket Eden Tablolar
Şık dar sokaklarda şahane heykellerin ve tabloların olduğu galerilere rastlıyoruz. Böylece “White Room Contemporary Art Gallery Positano”yu da keşfediyoruz. Burada Umberto Ciceri’nin dikkatli bakıldığında hareket eden balerin tablolarına hayran oluyoruz. Gece yarısına doğru sahil kenarındaki kilisenin bulunduğu Piazza bizde Kül Kedisi’nin gece yarısı olmak üzereyken telaşla koştuğu büyülü mekandaymışız duygusu yaratıyor. Saat 12.00 olmadan balkabağına dönüşme korkusuyla Napoli’ye dönüyoruz. Bense yolda gene acıkıp geldim geleli doya doya bir İtalyan yemeği yiyemediğimden şikayet edip duruyorum. Yol kenarında durup benim için üç peynirli panini alıyoruz. Ancak taksi şoförümüz arabada yemek yemenin yasak olduğunu söyleyince Aynaz gülme krizine giriyor.
Ünlülerin Favorisi Aurora
Son günümüz gelip çatıyor, iki gündür harika olan hava berbat ama biz programı bozmuyoruz ve feribota atlayıp Capri’ye geçiyoruz. Limana indiğimizde rüzgar ve yağmurdan zor yürüyerek derhal kendimize birer şemsiye ediniyoruz. Teleferikle en tepeye çıkıyoruz ve küçük şık butiklere gire çıka oranın en meşhur restoranı “Aurora Restaurant”a varıyoruz. Duvarlarda Michael Douglas, Catherine Z. Jones, Beyonce, Valentino gibi ünlülerin burada çekilmiş fotoğraflarına bakıyoruz. Çatlayana kadar da yemek yiyoruz. Şansımıza yağmur diniyor, yürümekten bitkin düşmemize rağmen hala resim çekmeyi ihmal etmiyoruz. Yolculuğumuzun ilk gününden beri istediğim taşlı Capri sandaletlerinden edinmenin mutluluğu, yorgunluğumu biraz olsun hafifletiyor!
Fırtınaya Yakalanıyoruz…
Akşamüzeri hava o kadar bozuyor ki feribotumuzun seferi iptal ediliyor. Feza selis İtalyancasıyla limandaki polislere hararetli hararetli bir şeyler söylüyor. Yarın sabah uçağımız olduğunu ve bugün mutlaka Napoli’ye dönmemiz gerektiğini söylediğini tahmin ediyoruz. Panikleyip her cümlenin sonunda “ne diyorlar?” diye soruyoruz. Anlaşılan bizim feribotla dönmesi gereken Japon turistler de Feza’yı “bilirkişi” ilan ettiler, bizden önce davranıp ona polislerin ne cevap verdiğini soruyorlar. Bir buçuk saat rötardan sonra araba vapuruyla, fırtınada çakan şimşekleri sayarak yolculuk yapıyoruz. Otele vardığımızda yorgunluktan biterek bavul yapıyoruz. Daha doğrusu biz sığamıyoruz, Feza imdadımıza yetişiyor.
Gezmenin Adı Yorgunluk
Dönüş günü ayrı bir komedi… Aynaz’la birer atom bombası ağırlığındaki el bagajlarımız yetmiyormuş gibi havaalanından devasa peynirler, prosciutto, bresaola, meloncello, prosecco (sanki burada yokmuş gibi) ve makarna alıyoruz. El bagajlarımdan birini taşıyamayacak hale geldiğimden her iki metrede bir tekmeleyerek ilerliyorum. Aynaz bagajıma zarar verdiğimi söyleyip kızıyor, bunun üzerine son bir çabayla çıkış kapısına doğru koşarken bir çığlık atıp biniş kartını kaybettiğini söylüyor. Acaba benim çantamda mı diye bakmak için çantamı açtığımda cüzdanımı göremiyorum, bir çığlık da ben basıyorum. Neyse ki yanlış alarm; cüzdanım peynir ve makarna torbasında çıkıyor. Biz çok gecikiyoruz. Feza arıyor: “Otobüsü sizin için bekletiyorum üç dakikaya gelmezseniz, uçak bizsiz kalkacak.” diyor. Koşa, sürüne uçağa biniyoruz. Ne demişler, “gezmenin adı yorgunluk” ama her anından keyif alıyoruz (fırtınadaki feribot seferi hariç!!!). Ankara’ya moral depolayarak inip, koşturmacaya bıraktığımız yerden devam ediyoruz…
Sevgiyle kalın.
[nggallery id=600]