Sinem Yıldırım: New York Günlükleri
Hiç susmayan siren seslerinin şehri New York’a epey zaman önce gitmiştim en son. İstanbul’dan sonra en sevdiğim birkaç şehirden biridir. On beş gün boyunca kızlarımla Manhattan’ı adım adım yaşadık.
Büyük kızım Lara, New York’ta yaşadığı için muhtarı gibi oranın, her sokağını biliyor. Zaman kavramı çok hızlı ve durmaksızın akıyor bu şehirde. Bizim programımız çok yoğundu ve her sabah erkenden bu koşturmaya dahil olduk. Bir bagel ve kahveyle başladığımız her gün daha çok yürüyerek, biraz da metroyla -ki metro ağı biliyorsunuz gerçekten şapka çıkarılacak bir sistem, neredeyse her binanın altın var diyebilirim- tüm gün durmaksızın devam etti ve ertesi gün aynen baştan başladı.
Bazıları için varoluş, bazıları için yok oluş programlarından dolayı New York’ta ilginç anlar da yaşadık. Kızımın yaşadığı gökdelenin terasının dahi kapatılmasına neden olan bir hava durumu oluştu. Kanada’da yanan ormanların bütün dumanı resmen New York’un üstüne çöktü. Günlerce temizlenmedi. Zaten dev bina bloklarından hava sirküle olamadığı için şehrin bu durumdan temizlenmesi zaman aldı. Oluşan görseller unutulmazdı. Terastan sizler için fotoğraflar çektim. Ortalık Mars gezegenine döndü adeta. Kıpkırmızıydı her şey ve göz gözü görmüyordu. Kanada yangını uzakta bile olsa, milyonlarca New Yorkluya böyle yansıdı. Dünyanın en zor dönemlerindeyiz.
Carrie Bradshow’un evi olan bina; herkesin, önünde fotoğraf çekmesi ve merdivenlerine tırmanıp kapısına dayanması nedeniyle zincirle korumaya alınmış ve kapıya, içinde insanların yaşadığı ve rahatsız edilmemesi gerektiğine dair uyarı asılmıştı. Çok güzel bir mahallede ev; yemyeşil ve sevdiğim kırmızı tuğlalı evlerle dolu.
Daha önceki ziyaretlerimde zamansızlıktan gidemediğim Özgürlük Anıtı’na bu kez gittik. Tekneyle, adaları da görerek anıtın bulunduğu adaya gidiyorsunuz. Heykel gerçekten manalı. Eskiden deniz feneri olarak da kullanılmış. Heykellere olan ilgim gereği sevdim bu kızı. Güçlü ve epik. New York demek bu heykel demek.
Milyonlarca kilometre yürürdük diyebilirim. Manhattan’da yürümeye doyulmuyor, hem çok keyifli hem de sürekli yediğimiz için bedene çok iyi geliyor. New York tam bir gurme şehri. Tüm milletlerin mutfağından nefis minik restoranlar var. İçeride ya da sokakta cam ya da naylonla ayrılmış minik yerlerde oturabiliyorsunuz. Buvette, Peasant, Shukette, Soothr, Mono Plus Mono, Bar Primi saatlerce oturup her şeyden tattığımız birkaç restoran. Bazıları normaldi, bazıları ise unutulmaz lezizdi. Joe’s Pizza, bilindiği gibi kuyruklarda beklenerek alınan çok ünlü bir isim ve gerçekten nefis. Lakin L’industrie bambaşka bir evren. Pizza dilimi elimde, “Bu nedir?” dedim. Denemenizi öneririm. Şehirde efsane dondurmacılar da var.
Central Park her zaman sevdiğim bir alan. Siyah sincap bile görebilirsiniz. Orada kokteylli bir piknik yapmak da sevdiğimiz şeylerden bizim. İçindeki üç büyük gölden en sevdiğim 5th Avenue girişindeki göl.
MET müzesi, Guggenheim ve National History müzeleri her zamanki gibi çok güzeldi. Müzelerde dolaşmak bana hep zamanda yolculuk yapıyormuşum duygusu ve düşüncesini verir. Yine de en sevdiğim, her ülkede muhakkak girdiğim Planetarium oldu. Dünyanın dışına çıkmak, diğer gezegenlere iniş yapmışçasına yakın gezmek ruhuma hep çok iyi gelir. Öyle severim ki, ilk teknemizin adını Planetarium koymuştum. Umarım bir gün ülkemizde de bir Planaterium açılır. Bunu gerçekten çok istiyorum.
Brooklyn her zamanki gibi kendine has karakteristik dokusuyla sevdiğim yerlerden. Bin filme konu olmuş bir görsel olan Brooklyn Köprüsü’nden yürüyerek karşıya geçmek ve Manhattan’ın gökdelenlerini karşıdan izlemek tam bir film “vibe”ında oluyor. Özellikle “Bir Zamanlar Amerika” filminin çekildiği sokak ve tipik NY mimari özelliği olan, dışarıdan merdivenli o iki binanın önü çok kalabalıktı.
Güzel binaları çok severim. Bu nedenle Chrysler Binası’na uğramadan geçmedim tabii ki. Sadece girişini görebiliyorsunuz ama pembe pudra duvarları ve altın aksesuarlarıyla her zamanki gibi gizemli. Gerçekten güzel bir yapı. Beni hem gece hem gündüz en çok etkileyen binaysa, bir Santiago Calatrava eseri olan Oculus oldu. Gündüz ayrı, gece ayrı; beni aldı, başka boyutlara götürdü. Tam bir sanat eseri. İçinden de dışından da dakikalarca inceledim ve âşık olduğum bu bina yaklaşık dört milyar dolara mal olmuş.
Bina demişken son zamanlarda çok popüler olan One Vanderbilt ve balonlarından bahsetmeden geçemeyeceğim. Instagram’ın meşhur görsellerinin gerçek halini görmek inanın hayal kırıklığı idi. Bir gökdelenin en üstünde bir kat sunalar ve gümüş balonlarla doldurulmuş. Hava akımıyla hareket kazandırılmış ve önünde kuyruklar var. Günde binlerce dolar kazanan bu katta güzel olan şey, gün batımında uçuşan balonlar. Tam Amerikanvari bir pazarlama dehası, başka bir şey değil.
Genel olarak New York; dört mevsimi yaşayan, yolda yürürken kimsenin kimsenin yüzüne bile bakmadığı, sokaklarından her çeşit kokunun havaya asılı şekilde hâkim olduğu, metroyla her an her yöne ışınlanabileceğiniz, evsizleriyle ve fareleriyle içinizi burkabilecek ama aynı anda da eğer imkânlarınız müsaitse çok seveceğiniz bir şehir. İstanbul’un belgesellere konu olmuş kedilerinden birçoğunu Kavimler Göçü gibi Manhattan’ın sokaklarına salıvermek istedim. Zira şehrin kemirgenlerinin her yerde bolca arzıendam etmeleri nedeniyle buna acilen ihtiyaç var.
Bir diğer konu da, eğer sıkı bağlarla bağlı olduğunuz bir aileniz veya arkadaş grubunuz yoksa kendinizi çok yalnız hissedebileceğiniz bir şehir. O kadar çok evsiz var ki… Bahsettiğim gibi kimse kimseyle ilgilenmiyor, göz göze bile gelmiyorsunuz. Herkes sadece oradan oraya koşuyor. Günler günleri kovalıyor. Tuhaf bir simülasyonun içindesiniz orada.
Aslında daha çok detay var ama şimdilik bu kadar yeter diyorum. New York belli bir amaç için bir süre çalışabileceğiniz ve tatil amaçlı gezerseniz mutlu olabileceğiniz bir yer. Lakin yaşamak için değil bence.