Antik Dillerin Lordu Veysel Donbaz
Çocukluğumdan beri geçmiş kültürlere olan merakım beni arkeolojiye, tarihe ve eski dillere yönlendirmiştir. Eski dilleri anlayabilmenin, insanlığın yaşadıklarını okuyabilmenin gücü bana hep çok büyüleyici gelmiştir. Bu nedenle Sümerolog bilim insanı sayın Veysel Donbaz’ın resmen peşine düştüm. Kendisine ulaşmak pek kolay olmamakla beraber bunu başardım. Tatlı kişiliği ve sonsuz bilgisiyle beni büyüledi.
Veysel Donbaz, Ankara Üniversitesi DTCF Sümeroloji bölümünde 1958-1962 yıllarında okuduktan sonra İstanbul Arkeoloji Müzeleri Tablet Arşivi’ne tayin edilmiş. Önce asistan, sonra uzman, bölümün şefi ve başuzman olarak kırk üç yıl görev yaptıktan sonra emekli olmuş. Bölümün yegâne öğrencisi olan Veysel Donbaz, tek öğrenci olmanın verdiği avantaj ve gayreti neticesinde sahasında başarılı olmuş bir ilim adamı olarak, büyük çoğunluğu yabancı devletlerde basılmış on yedi kitap ve dört yüz ilmi makale (hepsi yabancı dergilerde) yazmış ve kendisine bir de armağan kitabı hazırlanıp yetmişinci yaş gününde takdim edilmiştir. Mesleği ile ilgili pek çok kongre ve çalıştaylara şeref misafiri olarak katılmış, oralarda bildiriler sunmuş, oturum başkanlıkları yapmış; Kanada’da The Royal Inscriptions of Mesopotamia Project’te, Finlandiya’da State Archives of Assyria Bulleten’de Perminent Advisory Committee Member (Daimi Danışma Kurulu Üyesi) olarak ve Almanya’da Studien zu den Ashur Texten (Asur Devri Çalışmaları) projelerinin yazı kurullarında görev yapmış ve halen yapmaktadır. Donbaz ayrıca anılarını da “Bin Kral Bin Anı, Bir Sümeroloğun Anıları” kitabıyla yayımlamış, karikatür ve resme büyük ilgisi nedeniyle “Archaeology Through Cartoons” ve sekiz suluboya resim sergisi açmıştır. Yurt dışında da geniş kitlelerce iyi tanınan sayın Donbaz’ın ilginç hayat hikâyesini siz değerli MAG okurlarına sunmaktan onur ve mutluluk duyuyorum.
Eski dilleri bilmenin geleceğe ne gibi faydaları olur?
Metinleri okudukça, eski metinlerde var olan bilgilerin günümüz bilgileriyle bire bir olmasa bile çoğunlukla aynı olduğunu görüyoruz. Onlar da yiyip içip, yatıp kalkmışlar, yaşamları için gerekli olan ev, bark ve çeşitli aletleri kullanmışlar. Evlenmişler, çoluk çocuğa karışmış, kavga edip barışmışlar. Asker olup düşmanları ile savaşmışlar, yaşamları için gerekli olan hayvanları besleyip etlerinden, sütlerinden istifade edip hayatlarını sürdürmüşler. Bugüne göre daha fakir veya azla yetinerek çocuklarını büyütmüş ve nesillerini devam ettirmişler. Teknolojiyi yavaş da olsa kullanarak, daha iyiyi ve güzeli bulma hususunda ısrarlı olmuşlar. Kralları, sarayları, kanunları, adetleri hepsi bugün olanlar gibi. Değişen yalnız yüzleri ve gölgeleri olmuş.
Sizce insanların dilleri neden ayrıldı? Başka lisanlar nasıl oluşmuş olabilir?
İnsanın kafa yapısı hayvanlardan farklı olarak konuşmaya ve hatta bir düzine dili konuşmaya elverişli yapılmıştır. Bu bakımdan, gırtlağından çıkarabildiği her sesin bir değeri ve karşılığı olarak ihtiyaçlarını dile getirmişler. İnsanlar diğer yaratıklar içerisinde kılavuz görevini üstlendikleri için, çıkardıkları seslerin de bir anlamı olmasını istediklerinden, o seslere de birer değer atfederek bunu daimi hale getirmişler. Hayvanların kendi karınlarını doyurmak, üremek ve diğer hayvanlara mesaj vermek için birtakım sesler çıkarmaları kafi gelmiş olmalı ki bu hususta fazla sese ihtiyaçları olmuyor; ancak, söylenenleri de gayet iyi anlıyorlar. Ayrıca kulak kısmaları, kuyruk hareketleri ve bakışlarıyla sizi uyarırlar. İnsanlar bulunduğu bölge nedeniyle de ayrı diller geliştirmişlerdir. Üzüm üzüme bakarak nasıl kararırsa, insanlar da aynı sesleri kullanarak dilleri ortaya çıkarmışlardır. Bazı hayvanlar da üzerlerine düşülürse konuşabilirler (papağan, karga, kedi, köpek). Bunların öğrenim süreleri de insanlar tarafından verilir ve bu eğitim biraz da mide ile doğru orantılıdır. Mükâfatlandırılarak pek çok şey yaptırılabilir.
Sümerce öğrenmenizde kaderin de rolü olmuş. Bugün başlasanız yine bu dillerde uzmanlaşmayı seçer miydiniz?
Birçok kimse buna evet der. Kimse, bir yere gelmişken, tekrar başka merdivenlerden yukarı çıkmayı göze alamaz ve bu soruya evet der. Ben, o zamanın şartlarında burslu okumak istediğimden neredeyse ilahiyat bölümüne yazılıyordum. Zira, imtihansız burs veriyordu. Elbette bu bölümde her şeyi bir hediye alırcasına kolay bulmadım. Dört ya da beş tane hocaya ders yetiştirmek, hazırlanmak kolay değildi. Arada bir de hocalarla hırslaşmak zorunda kalıyordunuz. Türkçe hiçbir kitap yoktu. Mezun olunca da, öğrencisinden bu tabletleri okumayı kıskanan hocalar da yok değildi. O hocalarla daha sonra rakip olduk. Onlarla bir daha burun buruna gelmek istemezdim. Hocalar arasında da geçimsizlik vardı. Kendi bilgilerine göre sizi şekillendiriyorlardı.
Dünyada sizin gibi kaç kişi var?
Ekonomik şartları ve toprakları küçük olan devletlerde böyle bir bölüm olması imkân dahilinde değildir. Yüz yüze geldiğim ve hatta bir kısmını da kitabımda gösterdiğim için buna kolay yanıt verebilirim. İngiliz, Amerikalı, Alman, İtalyan, Belçikalı, Finlandiyalı, Danimarkalı, İspanyol, Fransız, Kanadalı, Japon, Çin gibi ekonomik olanakları olan devlerde de bu bölümler var. Assiriyoloji bölümleri hem Sümerceyi ve hem de Akadcayı içine alır. Bizde bunun adı Sümeroloji olmuş. Çok katıldığım Assiriyoloji kongrelerinden biliyorum; taş çatlasa hepsi bin kişiyi bulmaz. Bir kısmı da “kendin pişir kendin ye” örneği kariyer yapabilecek öğrencileri alarak onları bölümlere kazandırırlar.
Bu dillerin ölmemesi ve yaşamaya devam edebilmeleri için ne gibi çalışmalar yapılıyor?
Bu diller adı üstünde “ölü diller”. Ölüyü nasıl diriltemezsek, bu dilleri de öylece eski hallerinde tutabiliriz. Bunlarla üç kelam edemezsiniz. Yalnızca yazılanları tercüme eder ve onları modern dillere çevirebilirsiniz. Bunları yaşatmak suretiyle bu dillere yazılmış geçmişimizi görür onlardan ders alabiliriz. Koca Türkiye’de bu bölüm yalnızca Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde var. Halbuki biz tablet sayısı olarak dünyada ikinciyiz.
Türkiye de sizin gibi kaç kişi var?
Benim gibi kimse yok. En azından ben bir Sümerolog’um ve diplomam var. Fakültede dört ya da beş profesör var ama öğrenci sayısı kaç bilmiyorum. Dünya kadar da yazdığım, çözdüğüm tablet var. Buna karşılık bu bölümden olmayan bazı Hititologlar “Ben Sümerolog’um.” diye ahkâm kesiyorlar. Hititolog olanlar Sümerologluğa özendiler. Sümeroloji bölümünde; Sümerce, Akadca esas olmak üzere sekiz sömestr Sümerce öğrenirler, yardımcı ders olarak da dört sömestrlik Hititçe öğrenirler. Arkeoloji ve başka bir branş da gene yardımcı derstir. Hititologlar ise sekiz sömestr Hititçe, dört sömestr Sümerce öğrenirler ve başka bir yardımcı ders alırlar yanına. Ben bir Sümerolog olarak tam on bir sömestr Hititçe aldım. En zoru Sümercedir ve her babayiğit altından kalkamaz. Yüz çeşit ürün var. Çoğu kişi körün değneğini bellediği gibi yalnız bir türle uğraşır.
Bu branşa Türkiye’de gösterilen ilgiyle yurt dışında gösterilen ilgi arasında ne fark vardır?
Bu branş uzun yıllar puanları düşük öğrencilerin seçme branşı olarak kalmış. 1962 yılında ilk ben kaydolduğumda yirmi üç yıldır öğrencisi olmayan bir bölüm imiş. Benim ile birlikte olmasa da birkaç yıl sonra dört öğrenci daha geldi. Yabancılar, öğrencilerini bilerek ve bir vaat vererek alıyorlar çoğu zaman. Bu nedenle ilgileri çok büyük. Bir derste en az elli ila altmış satırlık bir metin çözüyorlar. Ayrıca, bütün neşriyat lehlerine (İngilizce, Almanca, Fransızca). Bizde doğru dürüst bir dil bilen öğrenci nadiren çıkar. Bundan dolayı bizde ilgi fazla olamıyor. Ayrıca bitirenler iş bulamıyor.
Kendinizi nasıl tanımlarsınız?
İnsanın kendisinden bahsetmesi biraz tuhaf karşılanır bizde. Zira, öne çıkanları kimse sevmez. Ben kendimi bu işi gerçekten bilen bir ilim adamı olarak tanımlarım; bir müzeci olarak, bu işin başını çeken birisi olarak. Yaptıklarım, yazdıklarım ortada. Modern dilleri de iyi bilen bir Sümerolog dış memleketlerde, örnek olarak İngiltere’de, çok iyi ise profesör olarak bir fakülteye atanır. Doktorası bile yoktur. Orada önemli olan kişinin bilgisidir. Bu sistem galiba Avusturya’da ve İtalya’da da var. Bizde kimse benden ders vermemi istemedi. Kurslar yaptım pandemiden önce. İlgi var.
Kısaca, aldığınız eğitimden de bahsedelim…
Tek öğrenci olduğumdan, her hocanın odasına giderdim. Benden önce öğrencisi olmadığı için hocalarım Prof. Dr. Kemal Balkan’dan eski Babil dersleri, Prof. Dr. Emin Bilgiç’ten eski Asur ve Mezopotamya tarih dersleri, Doç. Dr. Mebrure Tosun’dan kısmen tarih kısmen de Gılgamış Destanı’nın on birinci tabletinin ilk on beş satırını öğrendim. Dört yılda bu kadarcık. Dr. Kadriye Yalvaç’tan Şurpu, Maglu isimli büyü metinlerini öğrendim. Yardımcı ders Hititoloji’yi Ord. Prof. Sedat Alp’ten yedi sömestr boyunca öğrendim. Önasya arkeolojisi yardımcı dersimi Prof. Dr. Tahsin Özgüç ve Prof. Dr. Nimet Özgüç’ten aldım. İngilizce derslerini de İngiliz filoloji hocalarından öğrendim.
Kaç kitap yazdınız, bunlar hangi dile çevrildi?
Dokuzu kendi ismimle, yedisi de yabancı meslektaşlarımla beraber toplam on yedi kitap yazdım. Hemen hiçbirisi başka dile çevrilmedi. Zaten hepsi yabancı dildeydi. ABD ve Kanada’da basılan dört kitap İngilizce, Almanya’da basılan beş kitaptan üçü müşterek, ikisi kendi ismimle (Biri Almanca, biri İngilizce). Bir kitabım Türkçe ve İngilizce. Sadberk Hanım Müzesi Tabletleri İngilizce ve Türkçe olarak kendi çevirimle, karikatür kitabı Archaeology Through Cartoons kendi İngilizcemle yayımlandı. Anadolu’da Kral Yolları (The Royal Roads of Anatolia)’nın Türkçesi benim çevirimdi. Bu kitapların editörlüğünü de ben yaptım.
Siz kaç dil biliyorsunuz? Hangi dilleri kavramak ve kullanmak zor: Eski dilleri mi modern dilleri mi?
Tabiatıyla modern dilleri biliyorum: İngilizce, Almanca ve biraz Fransızca. Ölü diller olarak; Sümerce, Akadca, (Babilce, Asurca, Akadca’nın lehçeleri) ve Hititçe biliyorum. Eski diller çiviyazısı ile yazıldığı için asıl problem yazıyı çözmekte. Böyle bin civarında kavrama tekabül eden işaret var. Önce onlar problem oluyor. Ayriyeten ben on sekiz yıl boyunca liselerde İngilizce öğretmenliği de yaptım. En üst kademe önemli yabancı devlet ricaline rehberlik yaptım otuz yıl.
Aynı zamanda güzel sanatlara da ilginiz var. Kısaca bunlardan da bahsedelim…
Resim yapmak çok eski tutkumdu. 1968 yılında karikatüre başladım ve Gırgır’da üç ila dört yıl “Yerli Gırgırlar” olarak arka kapakta karikatürlerim yayımlandı. 1971 yılında “Arkeolojik Karikatürler” sergisi açtım. Bir yıl sonra da onun albümünü bastırdım İngilizce olarak (Archaeology Through Cartoons).
Yurt dışında hâlâ bize dönmesi gereken tabletlerimiz var mı?
Resmen yok. Ne var ki dünyada tablet çıkan topraklar yalnızca Mezopotamya’da Irak, Suriye ve İran’da, bir de bizim memleketimizde. Kayseri (Kültepe), Boğazköy Alişar, Şapinuva, Sivas civarından gelme çeşitli tabletler var. Vaktiyle buralardan bulunup götürülen tabletler bütün dünyaya gitmiştir; ancak, bunlar çok çok eski oldukları için artık bulundukları yerlerin malı olmuşlardır.
Bu kadar eskiye giden tarihî dokuyu koruyabiliyor muyuz?
Kültür ve Turizm Bakanlığı her türlü tedbiri almış durumda. Kültürel ve arkeolojik alanlar korunuyor. Her yer kazılıp, içindeki arkeolojik eserler alınarak müzelerde veya depolarda saklanıyor. Dışarıya eser kaçırma eylemleri maalesef oluyor ve yakalanıyorlar. Definecilik bizde çok yaygın.
Binlerce yıl öncesine dokunabilmek nasıl bir duygu? Tableti yazan kişiyle bir bağ kurulabiliyor mu zihnen ve kalben?
Böyle bir duygu olmasa bile, okuduğunuz yazının içeriği sizi etkiliyor. Özellikle de boşanma davalarında veya yeni evliliklerde bu duyguyu hissediyorum. Aradan geçen bunca yıla rağmen boşanmaların eskiden beri var olması, durumlarından hiç bahsedilmeyen çocukların ne oldukları beni üzüyor.
Yazdığınız bilimsel makaleler daha çok nerelerde yayımlanıyor? Bunlara nerelerden ulaşılır?
Benim makalelerimin hemen hepsi uluslararası dergilerde veya Festschrift denen armağan kitaplarında yayımlanmıştır. Benim yazımın çıkmadığı hemen hiçbir profesyonel dergi yoktur. Bunlardan iki tanesi bana ücretsiz olarak gelir. Akkadica (Belçika), Journal of Cuneiform Studies (Amerika); bunlar ancak kütüphanelerde bulunur. Böyle elliden fazla dergi var.
Tabletlerden okuyup da sizi en çok etkilemiş yazılardan birkaç örnek verebilir misiniz?
Örnek olarak, Asur şehrinde oturan (Mezopotamya Dicle Nehri) bir kadının bir tüccara yazdığı mektup. O zamanlar kadın ve erkeklerin hemen büyük çoğunluğu yazı bilmiyor. Tabii katiplere yazdırıyorlar (tupşarru). Mektup bir kil tablet. Kadınlar dokudukları kumaşları satılmak üzere tüccarlara verip Anadolu’ya gönderiyorlar. Parasını alamamış ki şunları yazıyor: “Seni kocam yerine koyup itimat edip mallarımı satman için sana verdim. Bir hayli vakit geçti. Ben burada borçlarımla boğuşurken sen orada keyif çatıyorsun. Saçı kesilmiş bir köle olsam en azından günde üç öğün tayınım olurdu. Burada perişanım, elimden tutanım yok. Sen kendini erkek mi sanıyorsun?” tarzında serzenişte bulunuyor. Bir başka kadın için “Filanın kızını bugün kocaya verdiler.” yazıyor. Bir başkasında evlenme akdi: “Filan, filanın kızını karılığa alacak. Adam onu boşarsa iki buçuk kilo gümüş verecek. Kadın onu boşarsa o da iki buçuk kilo gümüş verecek; zinhar erkek, karısını kötü bir durumda boşayamayacak.” deniyor. Kadın hamile olur, sakat olur, hasta olur, yani kadını kötü bir durumda terk edemeyecek deniyor. Bir başka tablette karı koca ayrılmaya karar veriyorlar. Adam, ceketini alıp evden çıkıyor ve kadın, evin bütün sorumluluğunu üstüne alıyor: Varsa borçları, çocukların bakımı, geçinmek için gereken para temini vb. Eski Asur devrinde birçok memuriyet var. Gece bekçisi, polis, saray kahyaları, buğday ekmek tüccarları, mahkemeler, yargıtay mensupları, hâkimler vs. Yürütmenin (prens ve merdiven büyüğü denen iki üst düzey yöneticileri var) sahip olduğu personel arasında hâkim ve savcı sınıfı başı çeken, en çok korkulan görevliler arasında. Bir metinde “awilu aniutum dayyānu”, “Aman ha! Dikkatli olun, bu kimseler hâkimlerdir.” denerek onlardan uzak durmaları veya gerekli ihtimamı göstermeleri tembih edilmiş. Savcı ve hâkimler suçluları cezalandırdıkları için çekinilen, korkulan kişilerdir. Eskiden, İ.Ö. 2000 – 1740 yıllarına has, Anadolu’da bizdeki yargıtay gibi bir karar düzeni vardı. Normal bir mahkemeden karar alan iki kişiden birisi prens (Anadolu kralı) ve onun vezirine (merdiven büyüğü) dava açabiliyor. Dava görülüp karar veriliyor, büyük prens ve merdiven büyüğünün verdiği karara hiçbir şekilde itiraz edilemiyor. Büyük prens ve merdiven büyüğünün mühürleri ve tasdiki ile verilen karar şunları ihtiva ediyor: “Prens ve merdiven büyüğünün tasdiki ile verilen bu karara itiraz eden taraf bir mina ile 30 mina (1 mina 500 gr gümüş) arasında değişen para ve aynı zamanda da ölüm cezasına (taşlayarak veya sopa ile, mezarının başında öldürtülüp aşağıya itiliyor, üstelik kendi malikanesinde) çarptırılıyor. Para nasıl tahsil ediliyor belli değil ama ucunda ölüm de olunca hiç kimse bu kararlara itiraz edemez. Böyle tam otuz dokuz tane saraydan çıkma karar var: Ev satışları, ayrılma, boşanma davaları… Bir de ayrılan kadınlar için dört bin yıl önce “arhalam” denen, krala ait sığınma evleri var. Orada kalıyor kadınlar. Bunları ben yayımladım.