Ne Zaman Bilebileceğiz?
Neyi mi? Göbeklitepe ve Karahantepe’nin gerçekte ne olduklarını. Seneler önce gitmiştim Göbeklitepe’ye. Köşemin arşivinden bulabilirsiniz o yazımı. Geçen ay Karahantepe’ye de gittim ki henüz 2019’da başlandı kazı çalışmalarına. Nedenini bilmiyorum ama beni çok daha fazla etkiledi Karahantepe. O kadar etkileyici ki tarifi imkânsız. Yüzlerce dikili taş var. Göbeklitepe’den -hâlâ ne olduklarını bilemesek de- artık aşina olduğumuz T taşlar burada da mevcut ve inanılmaz heykeller.
Karahantepe’ye gittiğim tarih nedeniyle, kazılmış pek çok alanın üstü beyaz koruyucularla örtülüydü. Dolayısıyla çok ufak bir alanını görebildi gözlerim. Bu nedenle tekrar gitmek şart oldu benim için ve seneler içinde açılan yeni yerleri görmek için de bu zaten gerekli. Yalnız, yıllar içinde fark ettim ki, mesela Göbeklitepe’de uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen kazı sanki anormal yavaş ilerliyor. Belki ben acele ediyorumdur, henüz yaşıyorken daha çok alanını gezmek için ama sanırım haklıyım; zira Karahantepe’yi üniversite sadece yazın iki ay kazabiliyormuş. Yörenin yaz iklimi düşünülecek olursa, şartların zorluğu da buna eklenince sürecin yıllara yayılması normaldir. Neden yalnızca iki ay çalışılmalı bilmiyorum ama sadece benim değil, tüm dünyanın gözleri bir an önce buraların esrarının aydınlatılmasını bekliyor. Bu bir gerçek. Biz insanlık hâlâ, ne Göbeklitepe’nin ne Karahantepe’nin ne olduğunu biliyoruz. Bazı tahminler var lakin bunlar sadece birer ufak tahmin.
Özellikle Karahantepe’nin bir salonu var; yani nasıl adlandırabilirim burayı bilmiyorum (bir bölümü ya da bir odası), içinde dikili taşlar var ve duvarın tepesinden bir insan suratı bakıyor içine. Yapılan DNA testinin sonucuna göre burası kapalı bir havuzsa, içine dolan şey kan değilmiş ama bir bitkinin suyu olabilirmiş. Düşünün ki kapalı ve karanlık bir yerdesiniz; bir giriş, bir çıkış kapısı var, dikili taşların arasında yüzüyorsunuz ve kocaman bir surat sizi izliyor.
Bir başka köşe yazımda, Diyarbakır Zerzevan Kalesi’nde bulunan Mithras Tapınağı’ndaki boğa kurban alanlarını ve kan havuzlarını anlatmıştım. Bu nedenle DNA sonucu kan menşeli bir şey çıksa şaşırmazdım. Buradaki bitki suyuymuş ama her iki durumda da size verdiği enerji ve mimarinin, matematiğin, geometrinin, heykellerin dehası ve güzelliği insanı gerçekten afallatıyor.
Ben gezegenimizin, en eski yıllarda bugünden çok daha yüksek medeniyetlerin yerleşim yeri olduğunu düşünenlerdenim. Yani bence eskiden daha yüksek teknolojiye ve bilgiye sahip insanlar, varlıklar ve medeniyetler yaşıyordu dünyada. Zira onlardan kalan yapılar bugünkü teknolojiyle dahi şu an yapılamıyor. Mısır piramitleri gibi mesela…
Kronolojik olarak, piramitlerin dört ya da beş bin yaşında, Karahantepe’nin ise on iki bin yaşında olduğu düşünülecek olursa; ama gerçekten oturup şöyle bir, düşünce içinde düşünce yaratılarak düşünülürse gezdiğiniz yerde gördüğünüz şeylerin damarlarınızda akan kanı nasıl hızlandırabileceğini de anlarsınız.
Her iki alandan da çıkarılan eserler, heykeller ve buluntuların bir kısmını Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi’nde görmeniz mümkün. Müze gerçekten olağanüstü başarılı sunum konusunda. Özellikle Göbeklitepe’nin aynısını hakiki ölçüleriyle yapmış olmaları, sadece yukarıdan bakabildiğiniz için algılayamadığınız o görkemi ve haşmeti yaşayabilmenize olanak veriyor. Karahantepe’nin de böyle birebir hâlinin yapılmasını sabırsızlıkla bekliyorum. Belki böylece, uçsuz bucaksız alanları kaplayan, hâlâ keşfedilmeyi bekleyen ve hâlâ ne oldukları bilinmeyen bu yerleri ufacık da olsa hissedebiliriz.
Ana amacı Karahantepe ziyareti olan gezimizde çocuklarımla önce Urfa’yı gezdik. Ülkemin, aşığı olduğum bu topraklarında olmak bana her zaman mutluluk ve sebepsiz bir umut veriyor. Belki oralardaki insanların güzelliğinden, insana ve insanlığa olan ümidim yeniden kıpırdıyor kalbimde. Diyarbakır’da hissettiğim o “yuvamdayım” hissi, Mezopotamya topraklarında olduğum her an benimle oluyor. Urfa, güzel yemekleri ve neşesi sonsuz sıra gecesiyle aklımda hep. Sonrasında uzun bir araba yolculuğuyla Dara Antik Kenti, Midyat ve aşığı olduğum Mardin…
Midyat’a ilk kez gittim. Çok güzel oteller açılıyordu. Dokunduğunuz her duvarı binlerce yıllık olan muhteşem taş binalar… Nefis güzellikte taş villalarla dolu Kafro köyü ve leziz pizzalarını mutlaka deneyimleyiniz. Dizilerin çekildiği taş evler, insanların hücumuna uğramış haldeydi ve sezona yetişmeye çalışan sayısız otel hazırlığı vardı. Umarım hepsi dolar taşar.
Ve Mardin’im. Bir masalın ilk cümlesi. Otelimizin, sonsuzluğa baktığınızı hissettiren Mezopotamya’ya bakan terası ve muhteşem Süryani ürünleri… Deyrulzafaran Manastırı, Mor Gabriel Manastırı, Zinciriye Medresesi, şehrin daracık sokakları, unutulmaz yemekleri, Süryani kurabiyeleri… Ne kadar anlatsam Mardin’in büyüsünü tam olarak ifade edemem. Cercis Murat Konağı’nda yediğimiz, saatler süren anlatımlı sunumlar; şıklığı ve tazeliği ile unutulmaz lezzetlerdi.
Türkiye’mde keşfedilmeyi bekleyen daha öyle büyük buluşlar, güzellikler, özellikler var ki, ehil kişilerce değerinin ve öneminin bilindiğini, korunduğunu görebilmek en büyük arzum.