Gidenler…
Davullar, zurnalar… Yakalarda ay yıldızlı rozetler, ellerde Türk bayrakları. Kadın, erkek, çocuk, yaşlı, genç hepsi orada. Gecenin bir vakti Ankara otogarının içinde birikmiş onlarca insan. Kadınların çoğunun başı örtülü. Erkeklerin hemen hemen hepsi neşeli. Yüzlerinde gizli gurur ifadesi taşıyorlar. Bir kaçı birazdan hareket edecek otobüsün yanında halay çekiyor, içten, yapmacıksız. Orta yaşlarda iki kişi gençlerden birini omuzlarına alıyor. “Ya ya ya şa şa şa bizim asker çok yaşa” nidaları otogarın boşluğunda yayılıyor.
Askere gidenler ve onların aileleri bu curcunayı yaşatanlar. Birazdan hareket saati ile kucaklaşmalar, ağlaşmalar başlayacak. Yaşlı gözlerle onu yolcu eden bir ana, onu destekleyen iki, üç kadın gözyaşı dökecekler. Gururla karışık bir mutsuzluk hakim olacak yüzlere. Moral vermek adına mutlu görüntülerin altında gizli bir hüzün açığa çıkacak. Mutlu kişi belli olur daha uzaktan. Nerden mi biliyorum, bende bu gece mutlu bir yaşamımı sonlandırmış gibi hissediyorum da ondan.
Otobüsün hareket etmesine daha zaman var. Bekliyorum. Korku duyuyor insan. Kalabalıklar içinde bulunmanın verdiği bir duygu bu. Daldım aralarına. Aşmak istercesine korkularımı. Dolaşıyorum insanlar arasında, bir tanış arıyormuşçasına. Bakıyorum yüzlerine. Tek bir tanıdık yok, bildik yok. Şöyle insanı rahatlatan sıcak bir gülüş, bir şeyler hatırlatan bir bakış yok. Hep yabancı. Sesler görüntülere karışıyor. Kulağıma konuşmalar geliyor. “Sizin ki nereye gidiyor?, İstanbul’a, Ah kardeş bizim ki Tekirdağ’a devam edecek.”. “ Tanıdık var mı?, Bizde yok. Ya sizde bizde de yok”. Durmuşlar karşılıklı iki kadın “Kim nereye gidecek?, Orada ne yapacaklar” telaşında. Tıpkı benim gibi yabancı bir kentte gitme öncesinde bir tanıdık, bir dost yüz bulma arayışındalar.
Peronda genç bir kız var, yirmili yaşlarda. Belki de üniversite öğrencisi. Bir magazin dergisini elinde tutuyor. Kadınlarla ilgili bir dergi bu. Eğilip bakıyorum dikkatle arkasından. “Ankara’nın ünlü balık lokantaları” üstünde gözleri. “Balık mı yiyeceksiniz Trilye ya da Kalbur, biraz daha mütevazı bir yer arıyorsanız Pişirme Evi, hem mütevazı hem de içkili olsun diyorsanız Körfez Restaurantı ziyaret edin. Yakamoza uğramayı da ihmal etmeyin.” Böyle şeyler üç aşağı beş yukarı. Dalmış gitmiş ait olmadığı bir dünyanın gizemine. Okumuyor sanki düş kuruyor. Yirmili yaşların tutkusu böyledir. Bitmez, tükenmez, değişmez düş dünyasında dolaşmak. Kim bilir belki de masal dünyasından fırlamış beyaz atlı prensesi ile bu mekanları gezdiğini düşünüyor. Öğrencilerin uğrak yeri Sakarya dışında da farklı bir dünya olduğunu görüyordu Ankara’da. Bir ona, bir askere gidecek gence bakıyorum. Hepsi ayrı bir dünya da!
Gideceğin yerde de seni kucaklayacak bir kent var
Koparacaksın bu zincirlerini artık bu kentle, dedim içimden. Kopar, kopar, korkma. Ne kadar korksan da gideceğin yerde de seni kucaklayacak bir kent var. Yeni bir doğuma, bir değişime koşar gibi uzaklaş bu kentten. Her şey değişir, her şey yenileşir. Artık seni bu kente bağlayan hiçbir bağ yok. Ne aşk var, ne aile, ne serüven. Bir sigara yaktım. İnsan ne yapacağını bilmezse hep sigara içermiş. Doktorun ikazları aklıma geldi. Kendime sinirlendim. Kaldırıp, attım. Biri kalabalıkta omuz atıyor. Ters ters bakıyor, aldırmıyorum. Hiçbir şey olmamış gibi başka yöne dönüyorum. Camın hemen önüne kurulmuş büfeden Erkin Koray’ın bir şarkısı çalınıyor kulağıma. “Öyle bir geçer zamanki dediğim aynıyla baki, Anılara bakarsın katı katı yiğitlikte var yine serde”. Dalıp gittim düşlere bende. Çağrışımlar birbirini kovalıyor. Bellek tuhaftır, kimi anılar kazılır, kimi silinir gider.
Bir meyhane vardı, Cebeci Dörtyol’da. Birkaç kez el değiştiren ama ismi değişmeyen en az 50 yıllık bir meyhane. “Üç tek Meyhanesi”. İstesem de istemesem de vardı belleğimde. İçeri girdiğimde tek başına bir adam rakı içiyordu. Melamin tabakta biraz beyaz peynir ve meyve. Az ötesindeki masaya iliştim. Terk edilmiş gibiydi her şey. Kravatsız, hafif göbekli bir garson eli ensesinde başımda belirdi. “Yalnızca şarap” dedim. Dalmışım. Birinci bardağın sonuna yaklaşmıştım ki, “ Sen burada ha” dedi bir ses. Liseden arkadaşım. Konuşmak istemiyorum. Şimdi nereden çıktı bu diyorum içimden. Ne var ortak aramızda? Hiç. Yalnızca yirmi beş yıl öncesinden biri. Birlikte dolaşmışız, sinemaya gitmişiz, kızlarla kahve içmişiz. O yaşlardaki beni bilen biri. Garsona rakı siparişi verdi. Konuşacak. Kaçış yok. Bir şeyler soracak. Beş yıldan fazla var karşılaşmayalı. “Necla’yı görüyor musun?” dedi, aniden. Necla, uzun yıllar öncesinden bir tanıdık. Bazı anılar güçlüdür, insan karşısında. Umulmadık anda, beklenmedik köşe başında çıkarlar. Sağdan soldan tokat atarlar.
1980’li yıllar… Ortaokul, lise sıraları. Necla, bir alt sınıftan kız arkadaşımdı. İncecik, dal gibi, sarışın bir kız. Davranışları kadar konuşması da yumuşacıktı. Az konuşur, az gülerdi. Beraberce okuldan kaçtığımız günler çoğunlukla Kurtuluş Parkı’na giderdik. Park girişinde duran yaşlı simitçiden bol susamlı simit satın alırdık. Kıtır kıtır, sıcacık. Atatürk Buz pateni pisti daha yeni açılmıştı. Utangaçlığı üzerimden
atamadığım günlerdi. Elini ilk kez burada tuttuğumda baştan aşağı kızarmıştım. Hele ki mevsim sonbaharsa kurumuş yapraklar arasında el ele yürümek bizi melankolik duygulara sürüklerdi. Babasının başka bir kente tayini çıkınca o da gitti bu kentten. O benim lise yıllarımın arkadaşıydı. Aradan yıllar geçti. Kaybolup gitti, yaşam denizinde. Şimdi kim bilir, nerede, ne yapıyordu? Belleğimde kalan yirmi beş yıl öncesine sıkışan sıska sarışın kızı. İnsanlar gelip, geçiyor yaşamımızdan. İzler bırakıp, bırakmayıp. Arkadaşıma bakıp merak edercesine “ Hiç görmedim” dedim. “ Ben onu dün gördüm” dedi arkadaşım. “Evlenmiş. Yanında boyu kadar çocuğu vardı. Kocası geçen yıl ölmüş. Şimdi Ankara’da yaşıyormuş”. Sustum. Hiçbir yorum yapmadım. Bir kadeh daha, sonra bir daha, bir daha. Eski yaşamları hatırlamak, bazen acı veriyor insana. Tercihleri bugünün gözlükleri ile değerlendirmek. Daldım, gittim geçmişe. Nasıl çıktım o meyhaneden? Ne oldu arkadaşıma?
Eski yaşamları hatırlamak,bazen acı veriyor insana
Otogarın hoparlöründen kalın bir ses duyuluyor. “Lütfen Saat 10.30 otobüsleri peronu terk etsin” diye. Saati geldi. Tıklım tıklım bir gece otobüsü. Dışarıda yağmur başladı. İçeri de nemli bir sıcaklık var. Birçok insanın yüzünde uykulu bakışlar, gülmeyen yüzler. Dalgın, bitkin, uykulu insanlar. Birazdan bir otobüs alıp götürecek beni. Bir bavul, gözlerde buğu, kalpte heyecanda beraberinde gidecek. Çoğu günler düş kuracağım. Kupkuru yaşantım artık bana yetmemeye başlayacak. Yüzlerce çağrışım, binlerce anıyı toplayacak, çevreme. Fırsat buldukça Ankara’yı hatırlayacağım. Bu kentte binlerce anım oluştu. Yollarında, mekanlarında can sıkıntılarımı öldürdüm. Zamanı ezdim, erittim.
Şimdi bilmediğim bir kentte kalabalıklar içinde yalnız olarak İstanbul’la kucaklaşacağım.