Cafe De Flore
Filmin adı Cafe de Flore… Başrolünde Vanessa Paradis var… Fransa’da geçiyor… Mutlaka aşk, romantizm vardır… Ne de olsa Türkçe’ye “Ruh Eşim” diye çevirmişler…
Akşam İstanbul’da kız kıza gidilecek türde keyifli filmlerden olmalı diye düşünerek Gamze ile atıyoruz kendimizi Kanyon’a… Filmde duyacağımı bildiğim şahane Fransızca dialektin bir kelimesini bile kaçırmak istemediğimden en büyük sinema keyfim patlamış mısırı bile yemeyi reddediyorum.
Karmaşık film ve kitapları, en zor anlaşılan ve bu yüzden de herkesin izlemeyi bıraktığı dizileri kolayca çözme konusunda neredeyse kariyer yapmış olmama rağmen bu filmi ilk yarıda çözmekte zorlanıyorum. Film iki farklı zaman diliminde geçiyor, ikisi de aşkın farklı halleri ama iki ayrı hikaye aynı merkezde birleşiyor: bağımlılık derecesinde sevgi. İnsanın görür görmez hafızasına kazıdığı türden bir teslimiyet.
Bir yanda down sendromlu oğluna kendini adamış bundan dolayı sürekli neşeyle hüzün arası bir yolculukta olan anne. Öte yanda lisedeki ilk aşkıyla evlenmiş bütün yaşamını onun üzerine kurmuş iki çocuk annesi genç kadın. Kocası bir başka kadına aşık olduğunda bunu kabullenmeyi reddediyor. Diğer anneyse oğlunu naif gördüğünden bir türlü özgür bırakamıyor, aşırı korumacı bir yapıya sahip ve çocuğunu hayatının merkezine oturtmuş. Onu kimseyle paylaşamıyor. Her iki hikayede de geçmişin bütün şefkati, zaman içinde şiddetli bir şekilde değil de, hissettirmeden yok olup gidiyor. İki kadının tutkuyla birine bağlanma öyküsü. Birinin sonu trajik diğeriyse en sonunda kabullenme.
Şu güzelim yaz akşamında son derece pozitif girip depresif çıktığım bu ağır tempolu, karanlık film neden bende bu denli iz bıraktı diye düşünüyorum. Klişe bir tabir olmakla beraber “düşündüren” bir hikayesi var konusu çok gerçek, insanda kendi ilişkilerini gözden geçirme isteği uyandırıyor,. Çocuğuyla, kocasıyla, derinden sevdikleriyle… “Sevginin sınırı nedir ya da olmalı mıdır?”ı getiriyor akıllara.
Filmdeki ikinci kadının hikayesi: asla vazgeçemeyeceğiniz, onsuz yaşayamayacağınızı düşündüğünüz kişi bir gün sizden vazgeçerse onu özgür bırakabilir misiniz ya da tam tersi olursa o sizi özgür bırakabilir mi?
Adeta Atilla İlhan’ın “ayrılık sevdaya dahil” dizelerini getiriyor akıllara. Birini gerçekten seviyorsan onu hür bırakabilmek de bir meziyettir. Birtakım kararlar aldığı olur insanın ve o andan itibaren her şeyin öyle gideceği düşünülür ama sonsuza kadar sürecek gibi görünen bu kesinliğe duyulan güvenin yıkılması için tuhaftır, ağızdan çıkan basit bir söz yetebilir.
Eninde sonunda kırılganlıkları birbirine ekleyerek belli bir güç elde edilir ve durum kabullenilir. Yine de en uçuk kaçık durumları bile olduğu gibi kabullenebilme kapasitesine sahip insan sayısı az olsa gerek.
Sonuçta ben kendi adıma ödüllü yönetmenin bu ödüllü filminden çıkışta şunu düşünüyorum; “Hayatta herkesin ritüeli kendine, tekrar fethetmek, hatıralara hatıralar eklemek gerek…”