© Copyright 2018 Mag Medya
Başa Dön

Sunay Akın Yetişkinlerin Dünyasında Çocuklar

Sunay Akın Yetişkinlerin Dünyasında Çocuklar

“Gerçeği var eden, kurulan hayallerdir.” diyen Sunay Akın, insanların büyüdükçe neden hayal kurmayı bıraktığına değinerek, çocukların geleceğe sağlıklı adım atabilmeleri için önemli olan unsurları ve merak duygusunun hayattaki yerini MAG Okurları için anlatıyor.

Çocukluk döneminin insan hayatındaki yeri çok önemli. Hatta “İşte O Çocuk” serisinde konuk ettiğiniz değerli isimlerin hikâyelerini dinlemek de pek çok insana ilham, nostalji oluyor ya da bir noktada aydınlanmalarını sağlıyor. Sizce çocukların geleceğe sağlıklı bir şekilde adım atabilmesi için en önemli unsurlar nelerdir?

Geleceğimiz zaten çocuklar olmalı; gelecek dediğimiz, çocuktur. Benim en çok sevdiğim söz şu: “Özgürlüğü elinden alınan çocuğa büyük derler.” Çocukluk dediğimiz süreç, kazasız belasız atlatılması gereken, iyi bir eğitim alınması gereken bir süreç değildir. Biz hep bu şekilde yara alıyoruz. Çocukların hayal dünyasını, serüvenciliğini, meraklarını bozmadan, kırmadan, incitmeden geleceğe taşıyabilirsek daha güzel, bilim ve sanatı kanat yapmış bir uygarlık yaratırız. Önce bunu anlamalıyız. Ne yazık ki biz, geleceğimizi var etmek adına kurduğumuz eğitim sistemlerinde hep uygarlığın bu kanatlarını törpülüyoruz, kırıyoruz. Şöyle düşünelim; son yirmi beş otuz yıl içerisinde hep gelecek kaygısıyla, geleceğimiz daha güzel olsun diye çocuklarımızın önüne bir şeyler koyduk. Peki, 1990’lı yıllarda çocuklarımızın önüne koyduğumuz değerlerle 2020’li yıllarda mutlu muyuz? Değiliz. Demek ki sorun bizde; yani çocukların dünyasını şekillendirmeye çalışan bizlerde.

Dikkat edin, bir insan hakkındaki yaşam öyküsünü okuduğunuzda; okuduğu üniversiteden, yaptığı yüksek lisanstan, kariyerden söz ediliyor. Çocukluk yok… Hep atlanması gereken bir dönem olarak ele alıyoruz çocukluk dünyasını. Bu çok büyük bir yanılgı… Bir soru sorayım, anlatmak istediğim daha iyi anlaşılacaktır: Bir oyuncakçı mağazasından içeri girdiğimizde ne görürüz? Ben bir tek şey görüyorum; o oyuncakçının raflarındaki oyuncakların hiçbirini çocuklar yapmadı. Her şeyden önce şunu anlamalıyız ki oyuncak dünyası çocukların değil, biz büyüklerin dünyasının ürettiği bir obje. Çocukların dünyasını şekillendirme biçimimiz, ele geçirme yöntemimizdir oyuncak… Dikkat edin oyuncaklara; hep şiddet içeren ya da cinsel ayrımcılık üzerine kurulan oyuncakları görürsünüz. Böyle bir gelecekte de elbette ki kadının köleleşmesinden söz ederiz, bilim ve sanatı bulamayız, göremeyiz. Şunu merak ediyorum, Türkiye’de, bir hafta içerisinde kaç kişi, çocuğuna mikroskop ya da teleskop aldı? İkisinin de oyuncakları var. Peki, kaç kişi çocuklarının hayallerine, merak dünyasına mikroskop ya da teleskop koydu? Buradan baktığımızda sorunun çocukluk dediğimiz o dönemde değil, büyüklükte olduğunu görüyoruz. Ben bu yüzden hayallerin gerçeğin önünde gittiğini, gerçeği var edenin hayaller olduğunu anlatmak için “İşte O Çocuk” programını hazırladım. Hayatın pek çok alanında başarılı olmuş insanlarla, çocukluk hayallerini konuştum ve çocukluk döneminde okuduğu kitaplar, gittiği tiyatro oyunları, dinlediği radyo programları, görmüş olduğu bir tablo, etkilendiği bir müzik enstrümanı, bir şarkı; hep bunların izini sürdüm. Bu hayalle de aslında zaman içerisinde -İstanbul Oyuncak Müzesi bu yıl yirminci yaşını kutlayacak- kendimi sorguladım. Şöyle bir soru sordum kendime: “Peki, sen Türkiye’ye kazandırmak istediğin bu bakış açınla bugün bir oyuncak müzesi kursan, nasıl bir müze yapardın?” Bir oyuncak müzesi düşünün ki içeri girdiğinizde bütün oyuncakların konusu sanat olsun. Sanatın tarihini oyuncakla anlatan bir müze. Bu müze aslında çocuğun dünyasına, doğru anlamıyla bilgiyi, belgeyi yani koyulacak oyuncağın ne olması gerektiğini de ele verecek. Ben yurt dışına gittiğimde, örneğin Picasso’nun, Van Gogh’un, Dali’nin, Monet’nin oyuncağını buluyorum. Peki sorarım; Osman Hamdi Bey’in, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, İbrahim Çallı’nın, Nuri İyem’in oyuncağı var mı? Yok. O zaman, çocukluk dediğimiz bu dönemi biz neyle dolduruyoruz? Biz büyükler neyi koyuyoruz geleceğimize?

 

Siz bana, ülkenin adını söylemeden, o ülkenin çocuklarının hangi oyuncaklarla oynadıkları hakkında bilgiler verin, ben size o ülkenin televizyon, gazete haberlerini yazayım. Çocukluk döneminin aslında ne olduğu, nasıl ele alınması gerektiği, herhalde bu verdiğim örneklerden çok açık bir şekilde anlaşılacaktır. Ben bunu anlatmaya çalışıyorum. Yapmış olduğum “İşte O Çocuk” programı olsun, kitaplarımda yazdığım bakış açısı, kurmuş olduğum müzeler ya da sahne oyunlarımda hep bunu anlatmaya çalışıyorum. Bir ülkenin geleceği, o ülkeyi yöneten politikacıların vaatlerinde, sözlerinde değil, çocuklarının hayallerindedir.

Neden büyüdükçe hayal kurmayı unutuyoruz? Oynamak, eğlenmek neden daha geri planda kalıyor?

Biz büyükler birbirimizi kırmak, birbirimizi aşağılamak, rencide etmek için günde kaç kez şu tanımları kullanıyoruz: “Çocukluk yapma!”, “Bana masal anlatma!”, “Büyü artık!”, “Senin o dediğin, çocuk oyuncağı!”. Yani, çocukluk dünyasının değerlerini bu kadar aşağılayan, bu kadar hoyratça harcayan bir toplum olduğumuz için. Sorunun yanıtı bu.

 

Biz çocukluğa, çocuğa tahammül edemeyen bir toplumuz. Bakın, “çocuğuna” demiyorum, “çocuğa”. Benim ikamet ettiğim bölgede plansız yapılaşmadan dolayı büyük bir trafik sorunu var. Geceleri çöp kamyonu çöp topluyor, arkasından kimse korna çalmıyor; ama aynı gün bir okul servisi, park edecek yeri olmadığı için yolda dursun, bir çocuğu indirsin, herkes kornaya basıyor. Bunu görüyorum. Çöpe verdiğimiz değeri çocuğa vermiyoruz. İşte, çocuğunu seven ama çocuğu sevmeyen bir toplumuz ne yazık ki.

Çocuklar meraklıdır. Her şeyin nasıl çalıştığını, dünyayı nasıl keşfedeceklerini sorarlar. Bu merak, büyüdükçe kaybolabilir; ancak, içindeki çocuğu yaşatan bir kişi, sürekli öğrenmeye ve gelişmeye açık olur. Bunun kaybolmaması için çocuklara nasıl yaklaşmak, onları hayata nasıl hazırlamak gerekir sizce?

Elimde olsa, okulların yarısını müze yaparım. Bunun nedeni eğitimdir; ama eğitim nedir biz daha bunu anlayamadık. Eğitim, çocukları alıp okul dediğimiz dört duvar arasında bütün gün oturtmak değildir. Siz şu anda benim yanıtımı okurken -yurt dışına çıkanlar, gelişmiş ülkelere gidenler bilirler- müzelerde dersler yapılıyor. Yani oradaki okulların yarısı şu anda müzelerde, müzelerin koridorlarında; o konuyla ilgili bir öğretmen, tarihî bir objenin başında, bir eserin yanında ders anlatıyor şu anda. Bu, çocuğun merak dünyasını daha da besler. Çocuğu o dört duvar arasından çıkarıp gerçekten merak  duygusunu daha da arttıracak, onu keşfetmeye daha da yöneltecek müzelerimiz yok. Bir Alman her gün bir müzeye giderse, ömrünün on altı yılını sokağa çıkamadan, Almanya’nın müzelerinde yaşar. Bugün İstanbul’a baktığımızda, Anadolu yakasında İstanbul Oyuncak Müzesi, Kartal Masal Müzesi, Ataşehir’de Oyun Müzesi, Barış Manço Müzesi ve Kemal Sunal Müzesi’ni görürsünüz. Başka bir müze gösteremezsiniz. Bu saydığım beş müzeyi de ben kurdum, kendi çabamla.

 

Bu sorunun yanıtı, eğitim; ama yineliyorum, eğitim dediğimiz dört duvarla sınırlı kalmamalı. Okul tabii ki önemli, tabii ki olmalı ama orada kalmamalı. Merak duygusu çocuklarda bütün hayatın, her şeyin bir öğrenme alanı olduğu gerçeğiyle vurgulanmalı. Çocuklar sadece müzelere değil, doğaya da götürülmeli. Ben çocukluğumdan biliyorum; itfaiyeye, postaneye, her yere biz giderdik. Görmeli, bizzat uygulamalı olarak hayatın içinde yaşamalı. Şunu diyeceksiniz: İyi de, İstanbul’da bu zor trafikte bunu nasıl yapalım? Demek ki geleceğimizi karartan, geleceğimizin bilgi dolu olmasına engel olan bir kent yarattık. Eğitim sadece okulda değil, kentin kendisi de eğitim alanıdır. Her kent bir okuldur aslında. Biz bu kadar bilgiyi, hareket kabiliyetinin sahasını kentten yok edersek çocuğun merak duygusu tabii ki körelecek.

 

Oyuncak müzelerinde yer alan oyuncaklar, geçmişin izlerini günümüze taşıyor; çocuklar, bu oyuncaklarla tarihsel bir yolculuğa çıkarken, sizce geçmişin ve bugünün çocuklarının dünyasında nasıl bir bağ kuruyorlar?

Günümüz çocuklarının oyunlarında ne yazık ki bilgisayar oyunları artık çok fazla yer kaplamaya başladı. Burada benim verdiğim şöyle bir örnek var: Bilgisayar oyunlarıyla oynayan çocuk, laboratuvar koridorlarında peynir koklayan fare gibidir. Bir labirent yaptığımızı düşünelim, ortasına peynir koyalım, fareyi bırakalım. Fare; koridorlarda peynirin kokusunu alır, peynire yaklaşmak ister, yaklaştıkça heyecanlanır, sonunda peyniri bulur ve çok sevinir. Oysa farenin hiçbir şey başardığı yoktur, çünkü o labirentte peynire giden bir tane doğru yol var, o doğru yolu da oraya ben koydum. Bilgisayar oyunlarıyla oynayan çocuklar, hayal dünyasında hiçbir şey başarmış değillerdir. Peynir koklayan fareden farksız bir hâle getiriyoruz onları. Burada bilgisayar oyunları diye bir genelleme yapıyorum ama bilgi içerikli, o masa oyunları dediğimiz şeylerden, satrancı bilgisayarda oynamaktan söz etmiyorum…

 

Oyuncakla oynayan çocuk ise, bir senaristtir. Kendine başrolü verir, kendi hayal dünyasında, arkadaşlarının hayal dünyasıyla birlikte senaryoyu oluşturur, oyuncaklarıyla kurar oyunu. Bu yönden yaratıcılık, yaratıcı düşünce orada daha çok evrilir. Ne yazık ki günümüzde çocuklar oyuncakla oynamıyorlar, zaten oyuncakçı mağazasından içeri girseniz, yeterli çeşitlilikte oyuncak da bulamıyorsunuz. Hepsi birbirinin aynısı. Büyük bir kısırlaşma var çocuk oyuncakları konusunda. Bunun somut örneği, İstanbul Oyuncak Müzesi’ndeki oyuncak tarihi. Ziyaretçiler, bundan bir elli yıl öncesine kadar oyuncak dünyasının çok daha renkli ve çeşitli olduğunu görüyorlardı. Şu da var: Oyuncağın üzerinde, özellikle teneke olanlarının üstünde resimler vardır. Bu resimler, çocuğun hayal dünyasını daha da zenginleştirir. Artık bunları göremiyoruz.

 

Oyuncağın gelişmesi, aslında çizgi romanın varlığıyla mümkündür. Bir ülkede çizgi roman endüstrisi varsa, o ülkenin oyuncak kültüründen söz edebiliriz. Çizgi roman sadece oyuncağı değil, sinemayı da güçlendiren bir disiplindir. Bana hep soruyorlar, yerli oyuncak sanayisini nasıl genişleteceğiz diye. Yanlış kişiye soruyorsunuz bu soruyu diyorum, çünkü yanıtını bilen, çizgi romancılardır. Bunları anlatmaya çalışıyorum zaten ben Oyuncak Müzesi’nde; ama ne yazık ki bunu başarabilmiş değilim, çünkü bunu anlatmak bir kenara dursun, yirminci yılını kutlayan oyuncak müzesi, topluma bu bilgileri aktarabilmek için vergi ödüyor, elektrik ve doğalgaz, iş yeri diye, yüksekten satılıyor. Bir ülkenin oyuncak müzesinin geleceğinde kaygıları varsa, bu ülkenin çocuklarının ve oyuncağının geleceği olabilir mi? Ne yazık ki geldiğimiz nokta burasıdır.

 

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vesilesiyle sormak isteriz: Çocuklarımıza bırakacağımız en büyük miras ne olmalı?

Onların kanatlarını kırmamak, kendi yanlışlarımız, kibirlerimiz, egolarımızla oluşturduğumuz bu kirli dünyadan uzak tutmak. En büyük şey bu olur. Zaten çocuk eğitimi şudur: El ele tutuşalım, bir çember yapalım çocuklarımızı korumak için; ama yüzümüz, içeriye değil, dışarıya dönük olsun. Bırakın çocukları, onlar kendilerini geliştirirler. Biz yeter ki onlara, bilgiye ulaşma yollarını kolaylaştıralım. Çocuklarda sorun yok, “Su akar, yolunu bulur.” sözü var ya, çocuktur işte o. Yolunu bulur. Yeter ki bizim kurduğumuz kentler, yaşam alanları onların gelişmesine engel olmasın. İstanbul’da yaşadığım için buradan örnek veriyorum; ne yazık ki biz çocuklarımızı sağlıksız bir gelişime yönlendiren bir kent kurduk ve bunda hâlâ ısrar ediyoruz, kirletiyoruz ve bu kirliliği daha çoğaltıyoruz. Çocuklarımıza bırakacağımız en büyük gelecek, herhalde kendimizi bu dünyadan yok etmek olur. Biz kendimiz kalkıp gidelim, çocuklar burayı güzelleştirir.

 

Son kitabınız “Koyu Mavi Memleket Kumaşı”nda, okurları neler bekliyor?

Öncelikle terzi Sunay Akın’la karşılaşacaklar. Benim bilgiyi kesip biçip kendi üslubumla okurlarıma sunma anlayışımı, bu sefer çok farklı kumaş ve renklerle görecekler. En belirgin kumaşım, kitabın en belirgin deseni ressamlar. Kitabın kapağında da zaten çok sevdiğim, usta ressamımız Mustafa Pilevneli’nin tablosu yer alıyor. İçerisinde, ressamlarımızın bilinmeyen hikâyeleri çıkacak okurların karşısına; ama genel baktığımız zaman pergelin çivisinin durduğu yer kültür ve kültür politikaları, bu konuda somut örneklerle oluşturduğum düz yazılar. Bunlara deneme diyorum ama denemenin dışında bir şey yaptığımı düşünüyorum. Bence düz yazıda kendime özgü bir yol açtım galiba. Bunu giderek de geliştirdim. Bu bir modaya da dönüştü  açıkçası. Bugün hem kitap dünyasında, hem sosyal medyada “Sunay Akın tarzı hikâyeleştirme” yollarını görüyoruz. Bu hoşuma gidiyor. Demek ki yeni bir şey yaratabilmişim, farklı bir dil oluşturabilmişim. Bu kitapta bunu daha da geliştirdiğime, kendi çıtamı biraz da yükselttiğime inanıyorum.

 

Bir kitabım çıktıktan sonra, o kitabımdan hızla kaçan bir yazarım. Pek çok arkadaşı görüyorum, onlara gıpta ediyorum; kitapları hakkında rahat konuşabiliyorlar, tanıtımını yapabiliyorlar, çok da takdir ediyorum onları ama ben öyle davranamıyorum. Bir an önce çok farklı, yeni bir şey yapmak istiyorum ve tamamıyla beynimin her hücresini onunla dolduruyorum. Bu yüzden bir kitabım hakkında konuşmak bana çok zor geliyor. Benden uzaklaşıyor çünkü o kitap. Limandan ayrılmış, ufka doğru giden bir gemi gibi. Gidiyor yani artık, ne yapayım ki, benden çıktı bu kitap. O yüzden, kitap hakkında okurlarım konuşsun, çünkü artık kitap benim değil, onların.

 

Yazar Hakkında /

2003 yılından bu yana, hedef kitlesi AB ve A+ olarak belirlenmiş bir çok baskı, web, pr, organizasyon işinde başarılı projelere imza atmış olan MAG hayatın her alanında en iyi olmayı hedefleyen, sosyo-ekonomik seviyesi yüksek, özel zevkleri olan ve hobileriyle yaşamını renklendiren, sosyal sorumluluklarının bilincinde olan, belirli kesimden kabul ettiği müşterilerine yıllardır sağlamış olduğu yüksek başarı grafiği ile doğru planlanmış bir büyüme ile sektöründeki hayatına devam etmektedir.

Yorum Bırakın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.