Doktorluktan Yazarlığa Uzanan Yolculuk
Yayınlanan ilk romanı “Gırnatacı” ile Everest Yayınları İlk Roman Ödülü’nü kazanan Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Ercüment Cengiz ile, tıp dünyasından edebiyat dünyasına geçiş hikayesi, yazmaya olan tutkusu ve son romanı “Çellocu” üzerine keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
Ercüment Cengiz kimdir, sizi tanıyabilir miyiz?
İlk, orta ve lise eğitimimi Anakara’da tamamladım. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne 1976 yılında başladım. 1983’te tıp doktoru, sonra da tüp bebek uzmanı oldum. Ankara’da kendi kliniğimde çalışmalarıma devam etmekteyim.
Roman yazmaya nasıl karar verdiniz?
Kitaplığı olan, okumayı seven bir ailede Dünya’ya geldim. Erken yaşlarda, romanlarla aram epeyce iyiydi. Lise yıllarında ise sinemaya merak sardım. Görmediğim filmlerin bile eleştirilerini merakla okudum. Sinematek üyesi oldum.Tıp fakültesinde öğrencilik yıllarımda, günün birinde yönetmen olacağımı hayal edip durdum. Sonraki yılarda roman ve sinema alışkanlığım sürdü. Film setlerinde bulundum. Ama bir süre sonra, tek başına film çekmenin ve aynı zamanda mesleğimi sürdürmenin zorlukları önüme dikilince; dertlerimi, söylemek istediklerimi daha yalnız hatta yapayalnız bir şekilde, romanlarla anlatmanın daha etkili olacağını düşündüm ve yazmaya başladım.
Yayınlanan ilk romanınız “Gırnatacı” ile, Everest Yayınları 2012 İlk Roman Ödülü’nü kazandınız. Bu özel hayatınızı nasıl etkiledi?
Edebiyat ödülleri, Dünya’nın her yerinde en prestijli ödüller arasında sıralanır. Elbette büyük mutluluk duydum. Yazanın derdinden yazar anlar. Bir yazar adayının ilk romanına başlayıp bitirmesi, Dünya’daki en kutsal işlerinden biridir. Düşünsenize, daha önce basılı hiçbir eseriniz yok. Kimse sizi tanımıyor. Romanı bir anlam bütünlüğüyle bitirip bitiremeyeceğinizi bilmeden ve yayınlanıp yayınlanmayacağından emin olmadan, yazı masanızın başına oturup; aylar, hatta yıllar boyunca gecenizi gündüzünüze katarak çabalarsınız. Bundan kutsal bir şey olabilir mi? Sadece bu yüzden bile ilk roman ödülünün bende apayrı bir yeri var. Ödül, elbette önemliydi ama daha da önemlisi, okuyucunun da romanı sahiplenmesiydi. Gırnatacı, hızla baskı üstüne baskı yaptıkça, mutluluğum katlandı. Ve Çellocu’yu da bu duyguyla yazdım. Buradan ilk romanlarının başına oturan kararlı, cesur yazarlara da selam olsun demek isterim.
Edebiyat dünyasında büyük beğeni toplayan yeni romanınız “Çellocu”dan bahseder misiniz?
Çellocu; merkezine, ölümcül kıskançlık denilen patolojik duyguyu alan bir roman. Bilirsiniz, her romanın bir derdi vardır ve romancılar da dertleri olan insanlardır. Onun için roman yazarlar. Bunda, edebi anlatım biçimlerinin en kuvvetlilerinden birinin roman sanatı olmasının da büyük payı var elbette. Son dönemlerde kadın cinayetleri sayısındaki müthiş artışı ve bunun altında yatan nedenin çoğunlukla öldürücü, ya da ölümcül kıskançlık olduğunu düşünürsek, romanın aynı zamanda bu önemli meseleyi de dert edindiğini anlamak kolay. “Ya benim ol, ya da toprağın” diyecek kadar çıldırmış erkekler topluluğuna, belki bunun ne kadar patolojik ve alçakça olduğunu da hissettirmek istedim bir bakıma… Bu konu Tolstoy’un Kreutzer Sonatı romanından beri de pek işlenilmemiş üstelik. Çellocu, tarihsel zeminde geçen ve altyapısında müziğin ve 19. Yüzyıl’da Osmanlı modernleşmesini de ele alan bir roman. Farnz Liszt’in İstanbul’a geldiği aylarda, muhasebeden sorumlu bir paşanın genç ve güzel karısı Melek’e, bir perdenin gerisinden ders veren İtalyan Çellist Dante’yi kıskanması ile başlıyor. Kuşkular ve varsayımlar üzerinden trajik sona giden hikayede, paşayı tıbbi biçimine uygun olarak çıldırtmaya da çalıştım. Paşa, genç ve güzel karısı ve İtalyan çellist üçgeninde, hem o dönemin tarihi dokusunu, atmosferini, meyhanelerini, meşk hanelerini, Mızıka-yı Hümayun’un kırbaçlanarak batılı çalgıları öğrenmeye uğraşan müzisyenlerini işledim.
Neden romanlarınızda müzik ön planda?
Çok güzel bir soru. Pek çok ünlü romancı, ressamdır aynı zamanda. Goethe, Ernest Hemingway, Herman Hesse, Yahya Kemal, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk bunlardan bazıları. Çünkü resimle roman kardeşliği uzun zamandır kabul gören bir gerçek. Roman yazmak bir bakıma kelimelerle resim yapmak demek de ondan. Bir resimde, bir sahne görürsünüz. Romanlarda ise okuyucu, yüzlerce hatta daha fazla sahneyi kafasında canlandırır. Bunun en güzel tarafı, binlerce okuyucu bu sahneleri, birbirinden tamamen farklı hayal eder. Ama ben roman sanatının bir kardeşi daha olduğuna inanıyorum. Hatta biraz da ihmal edilmiş bir kardeşi… O da müzik. Romanları müzik parçalarına benzetiyorum. Bazı romanlar senfonilere benzer; hacimli, heyecanlı, kreşendo ve dekreşendolarla yükselip alçalan. Bazı romanlar, arabesk şarkılar gibidir; insanın için yakan, acılı. Bazı romanlar neşeli halk şarkılarına benzer, bazı romanlar hisli hicaz şarkılar gibidir. Ama ben romanları en çok, nerede başlayıp nerede biteceği belli olmayan caz şarkılarına benzetirim. Sahnede, her gece doğaçlama yapan caz müzisyenleri gibi sürprizlerle doludur romanlar. Müzik parçalarının başlangıcı gibi girişleri vardır romanların. Kahramanların serpildiği girişleri… Sonra olaylar; iniş ve çıkışlarla kalp dalgaları gibi ilerler ve sonra da biter. “Hayatımı yazsan, şiir olur, ya da öykü olur” denmez de, “hayatımı yazsan roman olur” denilir. Bunda, romanın hacimli olmasının yanında, aynı hayatımız gibi romanların da bir ritmi sahip oluşlarının büyük payı vardır.
Romanın Türk toplumundaki yeri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Roman yazmak önce yazarın kendisini ifşa etmesi demektir. Hatta daha da ilerisi, itiraf etmek. Toplumsal sorunların çözümü de herkesin her şeyi itiraf etmesiyle çözülebilir ancak. Çünkü, birbirimizi ancak bu şekilde en iyi anlar ve anlaşırız. İşte bu nedenle roman yazmak, başlı başına kutsal bir iş. Biz de okuyucular olarak başkalarının hayatlarını, dertlerini, itiraflarını okudukça gelişir ve değişiriz. Bu nedenle en çok, bir sürü meseleyle boğuşan Türk toplumunun roman okumaya ihtiyacı var. Daha çok ve daha nitelikli romanların yazılması ve okunması gerekiyor. Bu neredeyse bir ihtiyaç bana göre.
Roman yazarken nelerden esinleniyor ve ilham alıyorsunuz?
Yakın bir zamanda Umberto Eco ve Orhan Pamuk, iki tip yazar vardır dediler… Saf ve düşünceli romancılar. Ben, düşünceli romancılar sınıfındayım muhtemelen. Çünkü romanlarımı en başından kurguluyorum ve bitiriyorum. Hemen hemen hiçbir şey, bu planımı kolay kolay bozamıyor. Sonra da oturup, ilintiliyorum bölümleri. Bu iki romanım da, tarihsel zeminde ve müzik altyapılı olduğundan, üzerlerinde epeyce çalışmam gerekti doğrusu. Romanım için gerekli okumaları yapıyorum ve gerisi hayal zaten. Hayal ve illüzyon.
Hekim olarak görev yapmaya devam ediyorsunuz. Tıp dünyasından edebiyat dünyasına geçişiniz zor olmadı mı?
Kendimi bildim bileli, kuvvetli bir okuyucu olarak edebiyat dünyasını yakından takip ediyordum. Sonra bir gün, bunu yapabileceğimi düşünerek, masanın başına oturdum. Yazarlık, romancılık sadece aşk ile yapılabilecek bir şey. Gönülden derin bir tutkunuz yoksa yazamazsanız zaten. Bu aşk sayesinde zor olmadı aslında. Hatta tıp dünyasında olmanın, edebiyata büyük katkısı olduğuna da inanırım. Hem disiplin, hem çalışma, hem de analiz etme adına tıp okumamın, yazarlığıma katkıda bulunduğu kesin. Bir de hayal ve gerçek arasında, o incecik sınırı bana hep hatırlattığı için. Düşünecek olursak, binlerce çocuk doğdu elime ve yüzlerce insan da öldü. Ölümlü olduğumuzu anladığımız andan itibaren, hayat dediğimiz bu muammayı anlamaya çalışmam ve anlatmam için iyi bir neden.
Meslektaşlarınız ve hastalarınızın tepkileri nasıl oldu?
Beni yakından tanıyan meslektaşlarım pek şaşırmasalar da, hastalarım şaşırdı doğrusu. En çok da, bu kadar işin gücün arasında nasıl bu romanları yazabildiğime.
2015’te gerçekleştirmek istediğiniz planlarınız neler?
Üzerinde çalışmakta olduğum romanımı yazmaya devam etmek.