Güçlü, Güzel, Çalışkan Pelin Karahan
Kariyerine adım attığı ilk projeden itibaren büyük bir özveriyle ilerlediğini ifade eden Pelin Karahan, geçtiğimiz günlerde vizyona giren “Tete ve Masal: Rüyalar Diyarı” filminde prenses karakterine hayat verdi. Film hakkında konuşurken masallar, hayaller, mektuplar ve nostaljik konulara değinen güzel oyuncu, aynı zamanda, başarılı ve mutlu olmak için izlediği yolu da paylaştı.
Kısa bir süre önce vizyona giren “Tete ve Masal: Rüyalar Diyarı” filminde Prenses Prinyezel’e hayat verdiniz. Prenses olmak nasıl bir duygu?
Prenses olmak çok keyifliydi. Aksini söylemek mümkün bile değil. Bir de, oyuncu olarak masal karakterine hayat vermek, anne de olduğum için çocukların izleyebildiği bir filmde rol almak güzel bir anı, değişik bir tecrübe oldu. Her kadın oyuncu zaten prenses olmak ister diye düşünüyorum. Bana da kısmet oldu. Çok yorucu olmadı ve çok keyifli geçti çekimler.
Fantastik karakterlerin olduğu bir projede yer almak, böyle bir karakteri canlandırmak geleneksel rollerden farklı mıydı? Zorlandığınız yanları oldu mu?
Sadece kıyafet kısmı diyebilirim, çünkü yeri geliyor dans ediyoruz, yeri geliyor merdivenlerden inip çıkıyoruz diğer oyuncu arkadaşlarımla. Etek kısmı kabarık olduğu için o kostümü taşımak, hareket etmek ve bütün gün o kostümle beklemek kısmında zaman zaman zorlandım. Onun dışında çok da zorlandım diyemem. Bir de müzik kısmı vardı, herkesin şarkısının olduğu bir bölüm. Benim de bir şarkım vardı. Bunun için stüdyoya girerek şarkı söyledik ve klibini çektik. İlk başta onda biraz zorlanır gibi oldum, sonra aşırı keyif aldım. Aslında her anı başka bir tecrübe ve keyifti diyebilirim. Geleneksel roller kısmına değinecek olursam; tam bir masal diyarının içinde gibisiniz. Mesela bir drama oynamaktan, bir komedi oynamaktan farklı. Bambaşka bir şey. Rüyalar aleminde gibi! Dolayısıyla gerçeküstü bir şeyi oynadığınız için tecrübesi de bambaşka.
Filmin konusunu anlatabilir misiniz? “Küçük Kız” nasıl bir yolculuğa çıkıyor?
Ninesi, “Küçük Kız”a çok güzel masallar okuyor. O da çok seviyor bu masalları. Bir gün unutkanlık başlıyor ve küçük kız da çok korkuyor, kendisini unutacağını düşünüyor. Hastalığın adını, yani Alzheimer’ı düşünüp onu bulmaya çalışıyor; ama rüyasında. Aslında o hastalığı bulup “Ninemi bırak!” diyecekken masal kahramanları ile karşılaşıyor. Bu yolculuk ilk benimle başlayıp sonra diğer kahramanlarla devam ediyor; her karşılaştığı karaktere bir şey öğretiyor, onlardan da başka şeyler öğreniyor. Dolayısıyla bu, bir çocuğun rüyasında çıktığı bir serüven gibi. Bence filmin çocuklara öğrettiği çok güzel şeyler var; biz büyüklerin de bazen unuttuğu şeyler gibi. Hani “Çocuktan al haberi” derler ya, biraz da öyle bir tarafı var filmin.
Filmde birbirinden değerli isimlerle birlikte setteydiniz. Onlarla bir arada olmak nasıldı, neler yaşandı?
Aslında herkesin setleri ayrıydı; ama hep birlikte olduğumuz bir orman sahnemiz var, orada bütün oyuncular bir aradaydık. Çok keyifli ve kısa sürdü. Benim adıma çok kolay bir çekim planlamasıydı diyebilirim. Haldun Dormen ile aynı sahnede olmak, yan yana durmak inanılmaz bir şeydi! Müzikal zamanı da çalışmıştık kendisiyle. Bu sefer daha yan yana vakit geçirme şansımız oldu. Hep de yakınımdaydı. O yüzden, o çekim yaptığımız akşam çok kıymetli. Onun yanımda olduğunu hissetmek, birlikte bir sahne paylaşmak muhteşem bir şans oldu… Galada da keza aynı şekilde. Çok ince askılı bir elbisem vardı, “Üşüyeceksin, kıyamam,” diye her alanda elini üstümde hissettirdi. Ellerimi öptü. O kadar farklı bir duygu ki bir duayenin yanınızda sizinle bu şekilde ilgilenmesi! Filmin benim açımdan en kıymetli yanı Haldun Dormen’in olması diyebilirim. Bir tarafta da Ada var. Sekiz yaşında küçük oyuncumuz. Aslında yediden yetmişe herkesin sette olduğu, çeşitli cast gruplarının buluştuğu farklı bir projeydi. Güçlü bir kadro ile böylesine bir projede yer almak çok gurur verici.
Kendinizi kötü hissettiğiniz zamanlarda siz de masallar, hikâyeler içinde kaybolur muydunuz küçüklüğünüzde? Böyle durumlarda neler yapardınız? Şu anda neler yapıyorsunuz?
Küçüklükte de çok severdim masal dinlemeyi. Aslında her kız çocuğu gibi keyif aldığım bir şeydi. Şimdi tabii artık kırk yaşına geldim, masal dinlemiyorum ama hayal kurmayı çok severim. Kendimi mutsuz, keyifsiz hissettiğim zamanlar biraz daha sakin bir moda geçip hayal kurmak beni aşırı mutlu ediyor, çünkü bence hayalin sınırı yok. İstediğin gibi hayal kurabilirsin. Hayatın gerçekliğinden kendini uzaklaştıran, daha başka bir diyara sürükleyen o his beni çok mutlu ediyor. Belki de yapılamayacak şeyler olsa da hayal etmek, yaşamışsın gibi tat veriyor. Bu yüzden kıymetli.
Çocuklarınıza masal anlatıyor musunuz?
Onlara küçükken daha fazla kitap ve masallar okuyordum. Sonra onlarla soru cevap yapmayı keşfettik. Bu da bizim günümüzün masalı diyebilirim. Soru cevapta şöyle şeyler oluyor: Bazen böyle ilginç sorular soruyorum; akla gelmeyecek değişik sorular. Onlar da bu sorulara çok farklı cevaplar veriyor. Bunlar, tamamen hayal güçlerine dair cevaplar. Bu sırada aslında onların hayata bakışlarını, neye sevinip neye üzüldüklerini anlıyorum. Bazen onlar da benim ufkumu bu anlamda genişletiyor. Birbirimize böyle güzel şeyler katıyoruz, çok eğlenceli oluyor. O yüzden, hayal kurmaya yönelik soru cevaplar, bizim ailede günümüzün masalları diyebilirim.
Netflix’te yayımlanacak olan “Geleceğe Mektuplar” dizisinde yer alıyorsunuz. Özellikle “flashback” sahnelerinin izleyenlere büyük etki bırakacağı söyleniyor. Bu konuda sizin düşünceleriniz neler?
Çok güzel bir proje oldu o. Henüz yayına girmediği için ben de merakla bekliyorum bütününü. Oynadığım, içinde bulunduğum, çekerken de keyif aldığım, çok profesyonel bir setti… Konusunda çok değişik bir hikâyeden esinlenildi. Hem flashback hem günümüzü çekmek çok zordur, aynı şekilde bunun kurgusu da; ama izleyene çok büyük keyif yaşatır. Seyirci olarak da çok severim bunu. Değişik bir dizi bekliyor izleyenleri, heyecanla bekliyorum ben de.
Siz hiç şimdiki yaşlarınıza mektup yazmış mıydınız?
Hem de çok fazla diyebilirim! Sürekli mektup yazar, günlük tutardım. Üniversiteden mezun olana kadar günlük tuttum. Mektup da çok yazardım arkadaşlarıma, sevdiklerime; hatta belki de o dönem hoşlandığım çocuğa bile! Mektup dönüp dönüp okuyabileceğin bir şey olduğu için çok değer verir, saklamayı da çok severim. Mektubun yeri çok ayrı… Bazen içimi dökmek için, ulaştıramayacağım birisine de yazmışlığım vardır. Anneme de yazmışımdır; hâlâ çok nostaljik ve güzel geliyor.
Biraz da geçmişe uzanacak olursak… “Kavak Yelleri” hâlâ çok konuşulan, yıllar geçse de büyüsünü koruyan bir yapım. Neydi “Kavak Yelleri”ni bu kadar farklı kılan, Aslı’yı bu kadar sevdiren?
İnanın ben de şaşırıyorum. Üzerinden çok uzun zaman geçmesine rağmen hâlâ insanlar seyrettiklerini ve baştan başladıklarını söylüyorlar; ya da o zaman çok küçük olanlar şimdi büyümüş, “Biz, sizle büyüdük.” diyorlar. Demek ki çok doğru ve güzel bir iş yapmışız; ama bunun sebebi biraz da şans. Şimdi baktığınız zaman projeler o kadar uzun soluklu olmuyor. Kesinlikle çok doğru bir kadro kurulmuş. O kadro da doğru senaryo ile buluşmuş diyebilirim. Bence herkes o karakterlerin gerçek olduğunu düşünüyordu. Gerçekten Efe, Aslı, Deniz, Mine var. Ailelerinden, hayatlarından bir parçaymışız gibi davranıyorlardı. Hâlâ beni sokakta gördüklerinde öyle hissettiriyorlar. Samimiyet diyelim. Galiba doğallıkla yapılan bir iş olduğu için -sonuçta bu işin okulunu okumadım, televizyondaki ilk rol tecrübemdi- içimden geldiği gibi oynadım Aslı’yı. O da karşı tarafa samimiyetle geçti. Aslı içimizden biri gibi. En büyük şey, samimi hissettirmesi.
O ekiple yıllar sonra karşılaştığınızda ne hissediyorsunuz? Eskiye dönüyor musunuz?
Bazı işlerde denk geliyoruz birbirimize ya da sosyal hayatta bir arada olduğumuz oluyor. Çok değişik bir his. Çok uzun zamanlarımız bir arada geçti. Herkes büyüdü, evlendi, çoluk çocuk sahibi oldu. Baktığınız zaman daha yirmili yaşlardaydık. Şimdi geldik kırklı yaşlara. İnsanın gözü doluyor tabii. Yaz kış birlikte vakit geçirdik; şu anki işlerle karşılaştırdığımızda çok uzun bir zaman. Bir de şehir dışında, İzmir’de çektiğimiz için de ekstra bağlar gelişiyor. Oranın yeri bambaşka.
“Bir Zamanlar Kıbrıs”, “Muhteşem Yüzyıl” gibi dönem dizilerinde yer aldınız. Siz hangi dönemin kadınısınız?
Dönem işlerini çok seviyorum ve bu işlerde yer almaktan çok keyif aldım. Muhteşem Yüzyıl apayrı bir şeydi! Onunla role girmemek mümkün değildi.
Bir Zamanlar Kıbrıs çok eski olmayan, daha yakın bir dönem. Gerçek bir hikâye olduğu için, yine o kostümler, o doku ve yaşananlar insanı daha gerçek hissettiriyor. Niye bilmiyorum, günümüz işleri tabii ki çok güzel ama dönem işlerinde bir yaşanmışlık duygusu olması, oynarken biraz daha farklı hissettiriyor. Dönem dönem ayıramam ama geçmiş her dönem benim için çok anlamlı.
“Nefis Tarifler” ve “Pelin’in Mutfağı” da ilgi çeken projelerinizdendi. Nasıl başladı mutfağa olan ilginiz? Pelin Karahan hangi mutfağı severek yorumlar?
Mutfağa hep ilgim vardı. İki çocuk doğurup biraz da televizyona ara verdikten sonra bu teklif geldi. Ben de değerlendirmek istedim ve o şekilde, televizyonda yemek programına başladım. Bana çok şey kattı, geliştirdi. Sadece yemek yapmak ya da öğrenmek değil, program sunmak, sunucu olmak da başka bir tecrübeymiş. Onu yönetmek bir beceri bence…
Mutfakta da çok şey öğrendim tabii. Şeflerle yaptığımız bir program vardı ve o zaman zaten bir şey öğrenmemek mümkün değildi. İlgim olduğu için de, ağızlarından çıkacak püf noktalarını kaçırmayayım diye hepsinin gözünün içine bakıyordum. Onlardan çok fazla teknik bilgi öğrendim.
Evimdeyken yemek yapmayı çok seviyorum. Biraz daha çocukların sevdiği, onlara ve evin düzenine göre yemek yapsam da farklı mutfakları da çok seviyorum. Neyi güzel yapıyorsun derseniz, en son etli bamya yapmıştım. Eşim çok sevmişti. Normalde çok yaptığım bir tarif değildi ama şeflerden öğrendiğim şekilde yapmıştım. Onun dışında mutfakta iyiyim bence…
Çoğu kişi, ünlülerin yalnızca görünüşlerine odaklanıyor. Peki, sizi tanıyan birinin asıl fark ettiği şey nedir? Sizi gerçekten tanımak isteyenler hangi yönlerinize odaklanır?
Dışardan biraz prenses gibi duruyorum. Çok fazla kendini yormayan, çıtkırıldım biri gibi gözüksem de aslında içeride çok güçlüyüm. Hayatım boyunca zaten öyleydim. Ne kadar sakin dursam da aslında çok hareketliyim. Tabii ki o dışarda, fotoğrafta, videoda, basında ya da projelerde, işlerde gördüğünüz Pelin’den bambaşka bir Pelin var. Özel hayatımda daha savaşçı, daha hareketli, daha yerinde duramayan, kıpır kıpır, bir şeyde sonuna kadar mücadele eden, yılmayan bir tipimdir.
Birçok insan, ünlü isimlerin hayatlarını kıskanır ama aslında ünlü olmanın zorlukları çok daha farklı. Peki, sizin için ünlü olmak, içsel anlamda nasıl bir değişim yarattı? Dışarıdan nasıl görünüyor; ama aslı nasıl?
Dışarıdan göründüğü gibi değil. Kavak Yelleri zamanı bu işe başladığımda, mesleğimde başarılı olarak ünlü oldum ve bunu sonra başarıyla devam ettirdim. Zaten biraz da işin gerçeklik payı orada başlıyor; yoksa ünlü olursunuz ama üç gün sonra unutulursunuz. Dışardan bazen bu şöhretli hayat dediğimiz kavram, sanki sadece dergi çekimleri, röportajlar, galaya katılmalar, tatile çıkmalar ve benzerlerinden ibaretmiş gibi gösteriliyor; ama aslında sadece bu değil. Bunun arkasında katlanman gereken çok fazla şey var; çalışma hayatı, uzun saatler, koşturmak ve daha bir sürü şey. Bu tarafı görmeyince sanıyorlar ki her şey çok kolay ünlü olunca… Bazı yardımcı oyuncular sete geldiklerinde, uzun saatler çalışınca anlıyorlar… Olay iki dakika rol yapmak değil; ezberlemek, tekrar yapmak, beklemek, başka ekiple uyum içinde olmak vesaire. Bunların devamında başarılı olursan zaten ününü devam ettirebiliyorsun, esas önemli olan kısım bu bence.
Başarılı bir kariyerin ardından, bir kadının “güçlü” olmasının toplumda nasıl algılandığını düşünüyorsunuz?
Ben hep güçlü kadın formunda büyümek zorunda kaldım. Bu biraz yorucu aslında, çünkü omuzlarına yüklenmiş bir yük gibi hissettiriyor. Bazen hafiflemek istiyorum hayatta ama öyle bir alışmışım ki bırakamıyorum. Kadının çok güçlü olduğu noktalarda bu sefer erkekler çok pasif kalıyor, bu da bence ilişkide biraz dengesizlik yaratıyor. İkili ilişkide ya da evlilikte, birazcık erkeğe de o gücü paslamak lazım ki hissetsin, onların yaradılışı öyle. Ben uzun zaman bunda çok zorlandım…
Şubat ayı, aşk ayı… Eşiniz Bedri Güntay’ı ilk gördüğünüz zamana gittiğinizde aklınıza gelen ilk anı nedir?
Voleybol maçı yapıyorduk. Birbirimizi orada gördük. İlk anımız voleybol maçı diyebilirim. O benim çok dikkatimi çekmemişti ama ben onun dikkatini çekmişim ki yemeğe çıkmak istedi, sonra da zaten aradan on yıl geçti.
Bedri Bey’i gördüğünüzde “Evet, evleneceğim insan kesinlikle bu!” dediniz mi?
Bu bende olmadı ama onda olmuş. İlk yemeğe çıktığımız akşam bana “Biz evleneceğiz, çocuklarımız olacak.” deyince, ona “Ne diyor bu? Yok artık!” der gibi komik komik baktım; ama demek ki öngörülü birisiymiş diye düşünüyorum. Bense biraz süreçte ve yolda tanıyorum, görüyorum.
Mutlu bir evlilik için nelere dikkat ediyorsunuz?
İletişim tabii ki. Üstünden çok zaman geçmeden konuşabilmek, her seferinde oturup bir araya gelebilmek, suçlamak değil de bir çözüme varabilmek… İki tarafın denge kurması ve birbirine özel alan tanıması önemli; yani birbirini sıkmadan, ayrı vakit geçirebilmek, yeri gelince ayrı tatillere gidebilmek, evin içinde de bazen ayrılmak, çünkü çok bir arada olmak da bence insana özel alanının gittiğini hissettirebiliyor. Çocuklu ailelerde bu daha çok oluyor; hep bir kalabalık, hep bir koloni halinde bir şey yapıyorsun. İş hayatı zaten kalabalık ve stresli oluyor, o yüzden bazen ayrı ayrı vakit geçirmesi ve insanların birbirine alan tanıması lazım. Aksi halde kişi “ben” olamıyor, “ben” olamayınca “biz” olamıyorsun. Biz bunu güzel çözdük diye düşünüyorum. Bu kadar uzun devam etmesinin bir sebebi de bu.
Spor ve antrenmanlara devam ediyor musunuz? Boksu seçmenizin sebebi nedir, boks size neler kattı?
Ben yaklaşık beş yıldır kick boksu düzenli olarak yapıyorum. Dışarıdan çok narin gözüküyorum, ama aslında değilim demiştim ya hani; işte bu çok narin olmayan bir spordan aşırı keyif aldım ben. Biraz daha harala gürele, nabız yükseltmeli bir spor bu. Bence sadece fiziksel değil, bir beyin jimnastiği de var boksta ve gerçekten her şeyi unutup odaklanabiliyorum. Bu bana çok iyi geliyor, bırakmayı da pek düşünmüyorum açıkçası.
Yediklerinize özellikle dikkat ediyor musunuz? Nasıl bir beslenme planı içerisindesiniz?
Dengeli. Beslenme stilimi değiştirdim birkaç yıl önce diyetisyenimle birlikte. O hayat tarzını değiştirdikten sonra beslenme ve spor, birlikte çok iyi gitmeye başladı. Yaptığım sporun sonucunu almaya başladım. Hayat kalitemde de bir artış olunca dedim ki “Evet, demek ki yanlış besleniyormuşum.”; ama ben karbonhidrat, tatlı seven bir insanım. Bu değişmiyor… Sadece dengeyi tutturmak önemli. İşte o zaman her şeyden keyif alarak yiyorum. Zamana dikkat ediyorum, porsiyona dikkat ediyorum, bir gün çok coştuysam ertesi gün daha dikkatliyim. Hiçbir şeyi kısıtlamadan, zevk alarak, keyifle ama daha sağlıklı, dengede tüketiyorum.
Oyunculuk yapmak isteyen gençlere vereceğiniz tavsiyeler nelerdir?
Gerçekten ne olmak, ne yapmak istediklerine önce bir karar vermeleri lazım. Bu işi mi yapmak istiyorlar, yoksa sadece meşhur mu olmak istiyorlar? İkisi çok farklı şeyler. Ben bu işin okulunu okumadım, o yüzden akademik bir tavsiye vermem çok doğru olmaz ama kendi hayatımdan yola çıkarak söyleyecek olursam, bugüne çok çalışarak geldim. Evet, önüme bir fırsat çıktı, ben de bu fırsatı değerlendirdim. Hiç mütevazı olamayacağım bir şey var; gerçekten çok çalıştım! O yüzden çalışmak bence her türlü başarıyı getirecektir. Zor zamanlar olacak, insanı bezdirecekler, yıldıracaklar, umutsuz olacaksınız, değersiz hissedeceksiniz ama çalıştığınız ve o azmi bırakmadığınız sürece bence başarılı olmak kaçınılmaz.
Siz de MAG gibi Ankaralısınız. Özlüyor musunuz Ankara’yı?
Çok özlüyorum. Arada sırada da geliyorum, çünkü orada akrabalarım, çok yakın arkadaşlarım var. Çok seviyorum, Ankara’nın yeri bende ayrı. Ankara’yı zaten en çok Ankaralılar anlar, bizim dostluklarımız çok başkadır çünkü… Uzun yıllardır İstanbul’da yaşasam da, oraya her geldiğimde her mahallemden, sokağımdan geçtiğimde çocukluğumu, gençliğimi yaşıyorum. O yüzden benim için çok nostaljik, çok güzel oluyor.
Son zamanlarda yaşanan bu tekelleşme süreçlerini biliyorsunuz. Özellikle, oyuncuların gerektiği gibi yıldızının parlamadığı; daha çok, belli başlı isimler üzerinden ilerlendiği bir durum söz konusu. Sizce de sektör böyle bir sektör mü? Siz hiç böyle zorluklarla karşılaştınız mı?
Son dönemin popüler sorularından; ama böyle bir şey var tabii. Bu, sektöre dair bir gerçek ne yazık ki. Birçok sektörde olduğu gibi, bizim sektörümüzde de var. Çok maruz kaldığımı düşünmesem de geçmişe dönüp baktığımda zaman zaman “Acaba yaşadığım şey bu yüzden miydi?” dediğim oldu. Kendimi değersiz hissettiğim, mutsuz olduğum, istenmediğimi ve “Niye tercih edilmiyorum?” ya da “Ne problem var?” diye düşündüğüm zamanlar oldu… Bunu bence birçok oyuncu arkadaşım da hissediyor ki günün sonunda işler buraya vardı… Çözülmesi temennim ama hep söylüyorum: Kişi, kurum ya da bir şahıs üstünden değil, genel olarak sektörel bir çekidüzen verilmesi lazım. Herkesin kendine “Biz bir yerde hata yaptık herhalde, bu işleri nasıl düzene koyarız?” diye sorması lazım bence.
KOORDİNASYON: MELTEM ERCAN
RÖPORTAJ: DİLARA YURTSEVEN
FOTOĞRAF: BARAN ALTINDAĞ
STYLING: SEDA SOLMAZ
SAÇ: ERDEM GÜL
MAKYAJ: ERKAN ULUÇ
MEKÂN: THE RITZ-CARLTON RESIDENCES, ISTANBUL